
20. yüzyılın en etkili felsefe akımlarından biri olan varoluşçuluk, varoluşun özden önce geldiğini belirterek bireyin kendi seçimleriyle kendini inşa ettiğini savunur. İnsan nasıl kendi seçimleriyle kendini var edebiliyorsa aynı şekilde kendi seçimleriyle kendini yok etme, kendini hiçleştirme durumuna da düşebilmektedir. Varoluşçuluk, kuşkusuz insanın varoluşuna dair sorgulamalar getirdiğinde, insanın varoluşunu anlamlandırmaya çalıştığında varlık kadar hiçliğin de kıyılarında dolaşmıştır. İnsan, tek boyutlu bir varlık değil, karmaşık dünyasıyla çok boyutlu bir varlıktır ve kendini bilinçli ya da bilinçsiz zıtlıklarla var eder. Bu noktada insan yaşamı da varlık ve hiçlik arasında gidip gelen uzun ve zor bir yoldur.
Varoluşçuluk’un varoluşçu yazarlar tarafından oldukça farklı ifadelerle açıklanmaya çalışıldığı görülür. Weil’e göre bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hameline’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’ya göre idealizm, Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquie’ye göre saçmalık olan varoluşçuluk; bu tanımlarla ne denli farklı algıları bir araya getirdiğini gösterir. Nietzsche “Hayat bir yorumdur” der, insan varoluşu da yorumlarla anlam kazanır ya da yorumlarla anlamsızlaşır. Yapılan bu tanımların hepsi de aslında varoluşçuluk için geçerlidir ve her biri insanın kendini varlığa ulaştırdığı noktada aynı zamanda hiçleştiren tanımlar olmuştur. Bunun yanında Heinamann, varoluşçuluğun tanımının yapılamayacağını belirterek varoluşçuluk özünü karşılayacak tek bir özün olamayacağını savunur. Sartre da Heinamann gibi varoluşçuluğa ait kesin bir tanım yapmamaktadır.
En büyük popülaritesini İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kazanmaya başlayan varoluşçuluk, savaş psikolojisinden oldukça etkilenmiş; savaşın yıkıcılığı, ölüm korkusu, bunaltı ve hayatın hiçliğini de beraberinde getirmiştir. Sartre’ın insanın varoluşu bağlamında işlediği ana temalar ve kavramlar “Anlamsızlık”, “Boğuntu (Bunaltı)”, “Ortada bırakılmışlık ve yalnızlık duygusu”, “Otonom özgürlük ahlâkı”, “Asma”, “Sorumluluk”… vb. olduğu gibi bu kavramlar ‘varlık’ın alanına girerken hiçliğin de içerisinde yer almıştır.
Varoluşçuluk anlayışı temelde iki aşamayla netlik kazanır. Bu aşamalardan ilki, “bunaltı”, “yabancılaşma”, “hiçlik”, “rastlantı” gibi kavramlar çerçevesinde, insanın evrendeki konumunu anlamlandırmaya çalışan bir çeşit anlamsızlığın felsefesi; ikincisi ise, “tasarım”, “bağlanma”, “değerlerin yaratılması” kavramları bağlamında gelişen ve insanın etik bir varlık olması bağlamında, özgürlüğün felsefesi olarak nitelendirmek mümkündür.
Her şeyin gelip geçici olduğu düşüncesi insanı hiçlik/yokluk gibi duygulara sürüklemektedir. Bu da varoluşsal ‘hiçlik’in yanlış bir şekilde nihilizmle bağdaştırılmasına sebep olmuştur.
Varoluşçulukta bizi hiçlikle buluşturan inanç pronlemi, kendisi için varlık, özgürlük problemi ve seçme, iç daralması, korku, umutsuzluk, saçma ve amaçsızlık gibi bazı sorunlar vardır. Bu sorunlar aynı zamanda hiçlik meselesine açıklık getirirken varoluşçuluğun da temel sayıltıları olarak kabul edilir. “Hiçlik Sorununa Varoluşsal Bir Yaklaşım” başlığını taşıyan yazı serimizin bu bölümünde konumuzla ilintili olacak şekilde inanç problemini inceleyeceğiz.
1. İNANÇ PROBLEMİ
Kierkegaard (1813-1855) ile başlayan varoluşçuluk, Kierkegaard’tan sonra Hıristiyan varoluşçular ve tanrıtanımaz varoluşçular olarak ikiye ayrıldı. Danimarkalı Kierkegaard (1813-1855), Alman Karl Jaspers (1883-1969)), Fransız Gabriel Marcel (1889-1973) Hıristiyan varoluşçu kanadında; F. Nietzsche (1844-1900), Martin Heidegger (1889-1977), J.P. Sartre (1905-1980), M. Ponty (1908-1961) vb. isimler tanrıtanımaz varoluşçu kanadında yer aldı. Esasında Hıristiyan varoluşçularda varoluşsal problemlerin ortaya çıkışı şaşırtıcı gelebilir. Çünkü Tanrı inancının olduğu bir yerde herhangi bir sıkıntının oluşması pek de doğal olmasa gerek. Ancak yalnızlık, yabancılaşma ve iç daralması tanrıtanımaz varoluşçuların problemi olduğu gibi Hıristiyan varoluşçuların da problemiydi. Sartre ile tanrıtanımaz varoluşçuluk Husserl’in fenomenolojisini, Nietzsche’nin kurulu düzeni yadsıyıp oluşturmak istediği yeni yaşam özlemini, Hegel ile Heidegger’ in metafiziğini, Marks’ın bütüncül toplum anlayışını da önüne katarak büyük bir zafer kazanmıştır. Zaten varoluşçuluğa Sartre’ın farklı bir soluk getirdiği, varoluşçuluğun Sartre ile daha da zenginleştiğini söylemek gerekir. Varlık ve Hiçlik’de Sartre, değişik felsefe anlayışlarını harmanlayarak kendine ait bir felsefe oluşturmuş, varoluşçuluk da doğal olarak bundan nasibini almıştır.
Sartre’ın “Varoluşçuluk” dediği düşüncelerinin çıkış noktası, kendisinin de belirttiği gibi Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şeye izin vardı, her şey mübah olurdu” söylemidir. Sartre bu sözden hareketle Tanrı kavramını ortadan kaldırmış, böylece sınırsız bir özgürlüğün kapısını açmıştır. Oysaki Hıristiyan varoluşçular tanrının mutlak varlık olduğunu düşünüyorlardı. Sartre, tanrıyı yok ederek mutlak varlığın karşısına hiçliği çıkarmış oldu böylece. Yani bir bakıma özgürlük hiçliğin öteki yüzü olmuş oldu. Çünkü artık hiçbir yasak tanımayan insan sınırsız özgürlüğüyle kendi yaptıklarını da hiçe saymış, dün yaptığını bugün yapmamakta ve hatta kabul etmemektedir. Bu nokta da Sartre’ın varoluşçuluk’u sonsuz bir şimdinin var olduğuna inanmakta dünü ve geleceği yadsımaktadır. Dün yaşanmış ve bitmiş, dolayısıyla var olan bir durum değil; gelecek ise henüz var olmamış yaşanmamışlığıyla kapıda bir muamma olarak beklemektedir.
Tanrı’yı yok eden Sartre felsefesi, aynı zamanda iyi diye bir şeyin de var oluşunu yıkmıştır. İnsanın dürüst olması, iyiye vermesi gereken önem bertaraf edilmiştir. Artık ezeli ve sınırsız bir güç yok edilmiştir; insan kendi tanrısı olmaktadır. Etik değerlerin de hiç bir önemi kalmamış; kutsal kitaplar ve kutsal kitapların ahlaki değerleri, tanrının oluşturduğu düzen anlayışı reddedilmiştir. Tanrı’nın varlığını yok eden bu anlayışıyla insan tamamen kendini hiçliğin kucağına atmıştır. Mutlak varlık Tanrı’nın yok oluşu hiçlikten başka bir şey değildir çünkü.
Devamı yakında…
Bir Yorum