EDEBİYATHİKAYEMEHMET YILMAZ MAHİRGİLYAZARLAR

MAHSUR

Kasabamızın karla kaplı yolları açıldı bugün. Karın birden durup üç gün yağmaması ve fırsattan istifade belediye işçilerinin canla başla çalışması sonucunda açıldı yollar. Kasabalılar sevinçli haberi etrafa yayarken karşılaştığı herkese gülümsüyorlardı. Nasıl gülmez zavallılar! Yaklaşık yirmi gündür yağan kar ve kapalı yollardan dolayı kasabaya giriş çıkış yapılamıyordu. Evlerde hatta dükkânlarda erzaklar bitti bitecek. Ne mektup ne gazete; dünyadan haberleri yok. Allah’tan bir hastalanan olmadı. Yoksa sağlık ocağı olmayan kasabamız da can verirdi. Güzel olmasına güzeldi bu haber ama ne yalan söyleyeyim sevindirmek yerine üzdü beni.

Tüm kasabalıdan farklı bir duygu yüklenmemin sebebinden önce kendimden bahsedeyim sizlere; Adım Hasan. Arkadaşlarım ve kasabalı Kekeç Hasan der bana. İlkokul ikiye kadar kekelediğim doğrudur. Şimdilerde ise lakabımın yalancısıyım. Meslek Lisesi ikinci sınıf öğrencisiyim. Kasabamızda ortaokul ve lise olmadığından, kasabanın tüm çocukları gibi ben de ortaokulu okumak için ilçede; liseyi okumak için de ilde yatılı kalırdım. Birinci dönemi takdirnameyle bitirip iki haftalık tatil için kasabaya dönerken kar yeni yeni yağmaya başlıyordu. Tatil dediğime bakmayın siz, benim fazla dinlenme şansım olmazdı. İlk gün karnemden dolayı tebrikleri kabul eder, ailemle hasret giderirdim. İkinci günden itibaren işe koyulur, babamla beraber kasaba meydanındaki kahvehaneyi açmak için erkenden kalkardım. Kasabanın mevsimden dolayı işi gücü olmayan ahalisi kahvaltıdan sonra kahvehaneyi doldururdu. Ben de sabahtan akşama kadar elimde çay tepsisiyle masalarla semaver arasında döner dururdum. Arada bir esnafa çay kahve götürmek de olmasa kahvehanenin içinde bayılırdım vallahi.

Kasabaya gelişimin dördüncü günüydü, kar durmaksızın hatta hızını arttırarak yağıyordu. Sokakta biriken kar neredeyse yarı boyuma ulaşmıştı. Kasabanın ilçeye ve köylere giden yolları kapanmıştı. ‘Bir iki güne durur, yollar da açılır’ diye konuşuyordu kahvehanedekiler. Onlar kavga eder gibi konuşurken ben, Saatçi Arif abinin kahvesini yapıyordum. Arif abi her gün, öğle namazı sonrası dükkânına az şekerli kahve ister. ‘Ben seslenmesem de kahvemi getirin’ dediğinden, onun istemesini beklemeden aldım elime tepsiyi, büyük bir keyifle çıktım dışarı. Nasıl keyiflenmem! Sigara dumanından ve müşterilerin belli bir süreden sonra gürültüye dönüşen sohbetlerinden biraz olsun uzaklaşmıştım. Dışarıdaki buz gibi hava bile bozamamıştı keyfimi. Dükkânına girdiğimde tezgâhın arkasında Arif abiyi değil de on yaşlarındaki oğlu Ahmet’i ve kasabada daha önce hiç görmediğim yirmi beş yaşlarında bir kadını gördüm. Yanlış bir yere gelmiş olmanın korkusuyla dükkânı tanımaya çalıştım önce. Doğru gelmiştim.

– Buyur Hasan abi.
– Arif abi yok muydu?
– Evde. Bu havada gelen giden olmazmış. Bu yüzden açmak istemedi dükkanı. Aygül ablam merak ettiği için ben açtım bugün.
– İyi yapmışsın. Arif abinin kahve saatiydi, her gün bu saatte getiririm. O yüzden gelmiştim. Vereyim mi size Aygül hanım, içer misiniz?

Tüm bunları söylerken kekemeliğim tutmuştu yine.

– Soğumamış mıdır?
– Soğumasın diye fincanı şekerlikle muhafaza ediyorum. Zaten mesafe de kısa.
– Ver içeyim o zaman. Teşekkür ederim.
– Ben birazdan gelir boş fincanı alırım.

Dükkândan çıktığımda Aygül’ü görünce neden kekelemeye başladığımı düşündüm önce, sonra da ateş basan vücudumun ayağımın altındaki karları eritip eritemeyeceğini. Kahvehaneye dönmeden, bir sokak ötede bekledim boş fincanı almak için. Bir kahve içimlik zamanın geçtiğine inanarak ve Aygül’ü yeniden görecek olmanın verdiği heyecanla, üstümü başımı düzeltip, saçlarımı ellerimle yana doğru tarayıp girdim dükkâna. Fincan tezgâhın üstündeydi. Ahmet de tezgâhın ardındaki sandalyede oturuyordu ama Aygül yoktu.

– Nerede?
– Burada ya abi.
– Yok, fincanı sormuyorum. Aygül, yani Aygül ablan…
– Üst kata çıktı. Eskilerin olduğu depoya
– Ne yapıyor ki orada?
– Eski saatleri merak ediyormuş, zaten o yüzden açtık ya dükkânı.
– Kim bu kadın?

Sorularım Ahmet’e tuhaf gelmeye başlamıştı ama ben Aygül’ü görmek için zaman kazanmaya çalışıyordum. Bir taraftan da merakımı gideriyordum.

– Amcamın kızı. Okul yok diye yanımıza geldi ama yollar kapanınca gidemedi.
– Ne okulu oğlum bu yaşta öğrenci mi olur?
– Yok, Hasan abi öğretmen o.

İneceği yoktu aşağı. Daha fazla geç kalırsam babam merak edip peşime düşebilirdi. Fincanı tepsime koyup döndüm kahvehaneye. Babam nerede kaldığımı sordu ama çayı geciken müşterilerden dolayı cevabımı beklemeden masalara bakmamı söyledi. Birkaç saat daha çalışıp babamın kızgınlığının geçmesiyle bir boşluk bulup tekrar çıktım kahvehaneden. Koşarak Arif abinin dükkânına gittim ama kapalı dükkânı görünce yeni yeni düşüncelere daldım; ‘Ne yapacaktım bundan sonra? Bu kızı nasıl görecektim? Hem görsem ne diyecektim? Ciddiye alıp dinlemez bile beni. Koskoca öğretmen o. Biraz daha yaşım olsaydı keşke’. Bana ne olduğunu tam olarak anlayabilmiş değildim. Tek bildiğim bir dürtü aklımı başımdan almıştı ve dürtünün kaynağı belliydi.

Gündüzleri Arif abinin dükkânına daha fazla uğramaya çalışıyordum artık. İçeriye girmesem bile önünden geçip içeriyi yokluyordum. Akşamları eve giderken yolum uzasa da Arif abinin evinin önünden geçiyordum. Yine de göremiyordum Aygül’ü. Günler bu şekilde geçiyor, kar bazen duruyor, bazen hafif hafif yağıyordu. Karın yağmadığı bir gün Arif abiye kahvesini götürdüğümde kekeleyerek sordum;
– Arif abi?
-…
– Yeğenin gelmiş ya senin,
– Ee?
– Hani öğretmenmiş. Yapamadığım ödevim var da eğer evdeyse göstereyim diyecektim.
– Göster göster de evde değil şimdi.
– Nerede?
– Çamların oraya gidecekti, bunaldı gariban evde. Geldiğine pişman oldu zaten. Açılsaydı şu yollar…
– O zaman ben başka bir vakit uğrarım Arif abi.

Dükkândan çıkmamla çamlara doğru koşmam bir oldu. Kolay mı? Kaç gündür peşinde olmama rağmen tek görüşte sevdiğim kızı görememiştim. Çamlara yaklaştığımda daha temkinli davranmaya başladım. Önce uzaktan izleyecektim. Sonra belki konuşurdum. Yeşil yapraklarını beyaza terk etmiş, sert kabuklu çam ağaçlarının arasında gördüm onu. Ahmet de oradaydı. Kızın başına bir şey gelmesin diye yanına vermişlerdi anlaşılan. Aygül, ağaçlar arasındaki yolda yavaş adımlarla yürüyordu. Ellerini paltosunun ceplerine saklamış, kara batmakta olan ayaklarını izler gibi başını önüne eğmişti. Kar altında çam ağaçları çok güzeldi. Kim bilir hangi hayalin ortasında olan Aygül onlardan da güzeldi. Allah’ım bu kızı izlemek ne keyifli bir şeydi. Bir an içinde olduğu hayallerden sıyrılıp, ‘eve dönelim’ diyerek Ahmet’e seslendi. Bu sesle kendime geldim ben de. Onun eve dönme isteği bana kahvehaneyi ve babamı hatırlatmıştı. Bu kaygıyla Aygül’le konuşma fikrini çıkarmıştım aklımdan. Olsun, bir yolunu bulur başka gün konuşurum. Nasıl olsa hala kasabadaydı.

Düşündüğüm gibi olmadı. O günden sonra göremedim Aygül’ü. Babam dışarıda oyalandığım için dükkândan çıkmama izin vermiyordu artık. Sadece akşamları biraz daha erken bırakıyordu beni. Evden defter kitap alıp ödev bahanesiyle Arif abinin evine gitmek istedim, annem bırakmadı. ‘Zaten okullar açıldı, yollar da açılınca okuluna gideceksin, rahatsız etme kimseyi okulda kendi öğretmenlerine sor’ dedi. Her akşam işten dönerken evlerinin önünden geçtim ama ne penceredeydi ne de sokakta. Hayatımda sadece iki defa gördüğüm insanı ne kadar da özlüyordum. Bu şekilde üç haftaya yakın zaman geçti. Kar durdu. Yollar açıldı. Kasabaya otobüsler gelip gitmeye başlamıştı yeniden. Köyden kasabaya alışverişe gelenler de vardı kasabadan ilçeye resmi işlerini halletmek için gidenler de. Dükkânların rafları yeniden dolmuştu. Yeniden posta da geliyordu, gazete de. Kasaba kısa sürede eski hareketliliğini yakalamış ve kasabalı buna çok sevinmişti. Ben sevinmedim tabi ki. Daha önce de söylediğim gibi üzüldüm yolların açılmasına. Çünkü kendisiyle konuşacak bir şeyim olmasa da Aygül’ü görmek için mücadeleme devam edecektim. En azından son bir kez gözlerinin içine içine bakıp vedalaşacaktım onunla. Belki de böyle mutlu olacaktım. Ona gelince; ne gördüm ne duydum. Yolların açılmasını fırsat bilip, mahsur kaldığı bu kasabadan belki de bir daha hiç dönmemek üzere, ilk otobüsle ayrıldığından da emindim.

Mehmet Yılmaz Mahirgil

Zamanda iz bırakmak için durmadan yürüyorum. Düşersem diye edebiyata ve tiyatroya tutunuyorum. Benim birsürü ismim var. En sevdiğim ismimse Aylak'tır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu