
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
– Nazım Hikmet Ran
Ekim’di sanırım. Zamanın güneşle, verimlilikle, toprağa verilenle ve alınacaklarla ölçüldüğü zamanlar. Öyle bir ayaz olurdu ki geceleri, kulak düşüren derlerdi. Dışarı ilk çıktığımda gördüğüm çetinlik yüz çukurlarıma ve kanıma işledi. Babamın yüzü hiç gülmezdi. Çok sonraları dilim dönmeye başladığında sordum ona. Diğerleri dedim, gülüyorlar. Onlar yetim mi sor bakalım dedi. Kış. Kış tam beş ay sürerdi. Tuttuğunu sağ bırakmazdı soğuk ve bir bahçeden ötekine müsaade etmezdi pus. Ben gözümü kavak ağaçlarına açtım. Yetim değildim, gülebilirdim. Soğuğun ağızda bıraktığı pas tadına yabancı değildim. Bir kör çınar vardı bahçede. Alabildiğine büyük. Ölçülerin insan boyuyla yapıldığı zamanlar. Sekiz dokuz babam boyunda. Bir de o kavaklar. İnce, uzun boyunlu sülünler suyun başında. Sudan içmek ister gibi eğilip her rüzgarda, tekrar doğrulurlardı. Aralarında fısıldaşırlardı. Dertlerini, sıkıntılarını kulaktan kulağa söylerlerdi birbirlerine. Kavağın dilini anlayabilir olduğumda, keşke dedim. Birkaç dalım olsa da her rüzgarda bir şey fısıldasam onlara. Olmadı velhasıl. Babam konuşmayı pek sevmezdi. Kavakları uzun uzun anlattım ona. Meyve vermez, ev yapılmaz, kuş konmaz kahpe kavak, ne konuşup durur dedi. Evimizin yanından geçen derede toplanırdı annemler. Onlara benzerlerdi. İnsanın, kuvvetiyle ölçüldüğü zamanlar. Babamın elinden her iş gelirdi. Ben de kavakça bilirdim. Cumhuriyet çocuktu daha.
Bozkırın ortasında tattım domatesin kırmızısını. En iyi bildiğim renk sarıydı. Bin bir tonunu bilirdim. Buğday sarısı, soğan sarısı, hüzün sarısı. Çok uzun yollar yürüdüm. Sarı, sarı, sarı. Kırmızıyı aradım ve domatesin o tadını. Şimdiki domatesler domates mi yahu derdim. Çocuklar kıkırdardı. Onlar o kırmızıyı göremediler, çok yazık. Ben bin bir sarının içinde yemyeşil bir nar ağacıydım. Ayazın içinde çiçeklenirdim. Öyle verirdim ki, meyvelerim dallarımı bükerdi. Nar. Sert bir kabuk altında, berrak kırmızıydım. Kolay paylaşılır, çok kişiye yeterdim. Her meyvem bir tohum, her tohumum yeni bir nardı. Ben bitmezdim. Bizim gibiler bunu iyi bilirler. Bazen Nil Deltası’nda bazen Anadolu’da bozkırın ortasında emekle yoğrulanın zaferini. Firavunlar her zaman vardı, her zaman var olacaklardı. İnsanlar Firavunlar yaratıp tapıyorlardı. Ben Firavunlara karşı emeğiyle dikilenlerdim. Bazen çölün içinden, bazen stepten çıkıp, yeşili buldum. Yine bir nar ağacı olup döküldüm salkım saçak. Bir meyveden dört fidan verdim. Babam nar ağacını kavaktan fazla severdi. Görse belki gülerdi. Hiçbir şey olmasa nar meyve verirdi.
Güneş ve yağmuru ölçerdi babam. Yazın nefes, ciğerlerime dolmamak için direnirdi. Çıplak toprak, damar damar çatlardı. Burnumun üzerinde güneşin odası vardı. Bu yüzden daima kururdu. Babam, bir gölgesi yok kahpe kavağın derdi. Kavaklar yudum yudum su içerdi, terlerdi, görürdüm. Yazları yağmur için dua ederdik. Ellerimi toprağa gömsem, beni topraktan ayıramazdınız. Parmak uçlarımdan köklenir, karışırdım toprağa. Dereye sık sık kuşlar uğrar, su içerlerdi. Kanatlarını, yüzlerini yıkarlardı. Çoğu göçüp giderdi. Çok yaralı kuş baktım, babamdan gizli. Çok kuş ailesinin hayatına tanıklık ettim. Ah o kuş yuvaları. Sabah merak içinde, güneşle uyanırdım. Kuş yuvalarını izlerdim usulca. O ustalık, o meziyet, o korumacılık. Hayat kuşlar için zordu, en az insanlar kadar. Beton, harç yokken örülen o korunaklı duvarlar. Hayatımın ilhamını kuşlardan aldım, ki bir çok yuvayı gönlümle onardım. Öyle duvarlar ördüm, balyozlar yıkamadı. Öyle duvarlar ördüm, binbir neşe, binbir üzüntüye şahit oldular. O duvarlara bakarak ağladı birçoğu, birçoğu yalnızlıklarını bana benzettiler. O duvarlarla korudu yavrularını kuşlar ve insanlar. Ben bu yüzden hep ağzımdan besledim yavrularımı.
Avuçlarıma bir fidan dikseydiniz, tutardı. Ellerim toprak karası ve bozkır sarısıydı tırnaklarım. Yumruğumu sıktığımda ellerim bir balyoz hissi verirdi. Yabancısı değildi. Çok keser tuttum, çok çekiç salladım. Çok toprak sürdüm, güneşin bozunda. Ellerim, daima bir mermer kudretindeydi. Bunu severdim. Ellerimle bir duvarı un ufak ederdim. Bir de yumuşacık ellerini severdim onların. Nar fidanlarım. Benden dökülüp, toprağa tutunan. Farklı tatta, farklı dokuda narlar ve yumuşacık eller. Sert ellerimin ilacı o küçücük ellerdi. Biri lider, güçlü ve bilge bir nar oldu. Diğeri alabildiğine çalışkan, korkusuz, hoşsohbet ve haşarı. Öteki sakin, kendi halinde, sadık. Bir diğeri kırılgan, evcimen ve narin. Her nar fidanından döküldü yeni narlar. Ben tükenmedim. Toprağın oğluyum ben, kuş yuvalarını onaran ve insan yuvalarını yapan. Babam görseydi çok sevinirdi. Öyle sanıyorum, çünkü bunu bilemezdim. En azından kavak değildim. Meyvesiz, gölgesiz kahpe kavak.
Ben hep ışığı severdim. Güneş vakti tüm perdeleri açardım. Kavaklardan çok uzaktaydım ama kuşlara komşuydum. Yuvalarını sorardım, söylemezlerdi. Yıllar, kuşdilini unutturdu bana. Kavakçam zayıfladı. Sarıları tek gördüm, kırmızım soldu. Cumhuriyet yetişkin bir kadın oldu. Ne badireler atlattı. Kaç saldırı, kaç kurşun, kaç insan tanıdı. Kaç firavun daha geldi dünyaya. Kaç kişi kurtuldu çölden benim gibi. Ben hep ışığı severdim. Babam yağmuru. Yalnızlıktan korktum, hiç yalnız kalmadım bu yüzden. Demli bir çayda tattım hayatı, bir sigara yakıp hayatı soludum. Yollardan korkmadım hiç ve yıllardan. Narlarım yetişirken, izledim onları. Kuşlar yuva yaptılar üzerlerine. Sonra göçtüler. Ben çok duvarlar ördüm ama kapım hep açıktı. Ne bir insan, ne bir kuş, ne bir kavak takıldı duvarlara. Yüzüm bir insanlık haritasıydı. Her çizgimde bir anı, bir insan, bin kuş. Bir nar ağacıydım ben ve bir nar. Sert bir kabuk altında, berrak kırmızıydım. Kolay paylaşılır, çok kişiye yeterdim. Her meyvem bir tohum, her tohumum yeni bir nardı. Ben bitmezdim. İnsanın, emeğiyle ölçülmediği zamanlar. Ben bozkırın çocuğu, toprağın oğlu Musa. Ben gözümü kavak ağaçlarına açtım. Emeğim ve şerefimle yaşayıp, kendime döndüm.
06.05.2020
Musa Ustanın Anısına
Saygıyla.