
Saatlerdir yatağında dönüp durduğu için odanın tavanı, yatak ve saatlerdir yatağında dönüp durmasından şikayetçi olan karısı üzerine geliyorlardı. En iyisi çıkmak şu yataktan diyerek ayaklandı. Karısı fark etmedi bu ayaklanmayı. Gömleğini ve pantolonunu pijamalarının üstüne giydi. Karısının fark etmeyeceğini biliyordu ama yine de evden çıkarken kapıyı gürültü yapmadan kapamaya çalıştı. Gürültü yaptı ve karısı fark etmedi. Atölyeye doğru yürürken, karısının akşam yemeğinden sonra konuştuklarını düşündü. Bu konu yüzünden çok tartışmışlardı ve bu konu yüzünden ilk kez küsmüyorlardı. Ama ilk kez böyle kötü bir gece yaşıyordu.
On üç yaşında başlamıştı mesleğine. Şimdi altmış dört yaşındaydı. Aradan geçen elli bir sene boyunca ilk kez bu kadar erken açıyordu işyerini. Atölyesinin kepenklerini kaldırıp kapılarını açtığında, gökyüzü ne siyah ne mavi ne de kızıldı. Anlamlandıramadığı bu renk, onu daha da kederlendirdi. Bu saatte atölyeye gelmekle iyi yapmadığını düşündü önce. Sonra, evde de yapacağı bir şeyinin olmadığına karar verip rahatlattı kendini. Zaten uyku tutmamıştı. Atölyenin kapısını açtığında duyduğu ahşap kokusu, ilk kez mutlu etmek yerine keder veriyordu. Kapıyı kapayıp bir daha açmama isteği duydu ama yapamadı. Kolay değildi bu kapıyı kapayıp dışında kalmak. Kolay olsa çoktan yapardı. İki kalası kesip, iki çivi çakarak işlerin yürümeyeceğini o da biliyordu. Atölyenin gelirinden çok giderinin olduğunu, koca sanayi ile baş edemeyeceğini, atölyeye yeni makineler alması gerektiğini, bir çırağın az geldiğini, birkaç eleman daha çalıştırması gerektiğini, sadece küçük tamiratlarla para kazanılmayacağını o da biliyordu. Geliri, işyerindeki yemeği ancak karşılayan bu dükkanın kapısına kilit vursa, çırağa verdiği haftalıktan, işyeri kirasından ve faturalardan kurtulacağını da biliyordu. Karısının, her akşam yemeğinden sonra bu konuları konuşmasına gerek yoktu. Biliyordu çünkü. Biliyordu bilmesine de elinden bir şey gelmiyordu. Ne işini büyütebilecek sermayesi vardı ne de işinden vazgeçmeye gücü. Yıllardır yan yana çalıştığı komşularıyla muhabbetinden, çarşının kalabalık sokağındaki atölyesinin camlarından dışarıyı gözleyip geleni geçeni izlemekten, kendisine ustalık terfisini veren bu atölyedeki heybetinden ve ahşap kokusundan vazgeçemezdi… Çam, meşe, gürgen… Seviyordu bu kokuyu. Hatta belki karısından bile çok seviyordu. Bu sevgi, karısına haksızlıktı ama gerçekti.
Sıcak yatağında yakalayamadığı uykuyu, ilk girdiğinde kederlendiren ama kısa sürede her zamanki huzuru veren atölyesinde yakaladı. Ahşap sandalyesini –yirmi üç yaşındayken yapmıştı bu sandalyeyi. Askerliğini bitirip teskereyle memlekete döndükten iki hafta sonra işe başlamış ve ilk olarak kendisine bir sandalye yapmıştı- duvara yaslayıp oturdu. Ayaklarını, karşısına aldığı taburenin üzerine uzattı ve karısının haklı olduğuna karar vererek uyudu. Çırağının atölyeyi temizlerken çıkardığı gürültülerden rahatsız olup uyandı. Ne zaman uyuduğunu biliyordu ama ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Çırağının yüzünde bu sorunun cevabını bulabilecekmiş gibi uzun uzun baktı. Çırağı, bakışlarıyla ‘rahatsız etmemeye çalışıyordum Miyas Usta’ dedi.
Dara, her zamanki vaktinde gelmişti atölyeye. Annesi güzel bir kahvaltı sofrası hazırladıktan sonra uyandırmıştı onu. Hızlı ye, tembellik etme, işe geç kalacaksın gibi uyarılarda bulunmayı da ihmal etmemişti. Hiç geç kalmamıştı Dara. Bu sabah atölyenin kapısını açık, ustasını da içeride uyuklarken bulduğunda geç kaldığını düşündü bir an. Komşularının hala kapalı olan işyerleri ve canlanmamış çarşı, içindeki kaygıyı azalttı. Geç kalmamıştı. Ustası erken gelmişti. Peki niye? İki yıldır Miyas Ustayla çalışıyordu. Kendisinden erken geldiği olmamıştı. Madem uyuyacaktı neden evinde uyumadı? Ustanın bir derdi vardı. Yine de sorulmazdı. Bir çırağın ustaya ‘neyin var?’ demesi doğru olmazdı. Dara bu düşünceler içindeyken Miyas Usta da onu izliyordu. Bakışlarında suçluluk hissi, korku ve özlem vardı. Dün akşamki tartışmadan sonra, ahşap kokusuna alıştırdığı her çocuk için suçluluk hissediyordu. Onlar da bu kokuyu terk edemeyecekler ve karılarından daha çok sevecekler diye korkuyordu. Bir de özlüyordu… Altmış dörtlük bir Miyas Ustaydı. On üçlük çırak Miyas’ı özlüyordu. Darayla göz göze geldiklerinde daha da artmıştı bu özlemi. Bu göz göze geliş Dara için farklı bir anlam ifade ediyordu. Artık ustasıyla iletişime geçme vakti gelmişti.
– Çay koydum usta, içer misin?
– Olur. Ama önce fırından ekmek alıp gel.
Dara, ustasının daha kahvaltı bile yapmadığını, kesin bir derdi olduğunu düşünerek fırladı atölyeden. Ekmek alıp döndüğünde, ustasının uyuduğu yerden doğrulduğunu ve taburenin üstünde duran bir bardak çayı gördü. Dara, soğumasın diye koştura koştura getirdiği ekmeği uzattı ustasına. – Bu, sadece Dara’ya ait bir özellik değildi. Salınarak gidebileceği fırına hızlı adımlarla gitmek, ustasının ekmeği sıcak yemesi için koşturmak, çıraklığın kanununda vardı.- Nefes nefese kalmıştı.
– Otur karşıma.
Dara’nın uzattığı ekmeği alıp bir parça kopardı Miyas Usta. Bir yudum çay, küçük bir lokma ekmek alıp konuşmaya başladı tekrar.
– Atölyeyi kapatıyorum.
Bu cümleye herhangi bir anlam veremeyen Dara, ustasının sözlerine devam etmesini bekledi.
– Benim sana öğrettiklerim artık bu meslek için önemsiz şeyler. Marangoz dediğin masa sandalye yapar, kapı yapar, pencere yapar, dolar yapar… Artık kimse bizden beklemiyor bunu. Fabrika işi olmuş her şey. Fabrikadan mağazaya, mağazadan evlere… Bir masanın ayağı kırılacak, bir dolabın rafları çökecek de bize işleri düşecek. Senin anlayacağın bizler tamirci olduk. Ahşap tamircisi…
Dara anlıyordu. Küçük yaşına rağmen o da biliyordu bu söylenenleri. Ustası haklıydı. Onun için iş bulmak da çok zor olmazdı. Daha büyük bir atölyede ya da fabrikada çalışabilirdi. Mesleğin yeniliklerini çağın modasına uygun bir şekilde öğrenebilirdi böylece. Ustasının aldığı bu karar onun hayatı için belki de çok faydalıydı. Ama yine de buruktu içi. Ustasının gözlerine bakamıyordu. Elindeki lokmayı ağzına götürmeyip sıkan Miyas Ustayı ağlarken –sesindeki titremeden ağladığını düşünüyordu- görmek istemiyordu. Miyas Ustaya ağlarken görünmek de istemiyordu. O yüzden bu konuşma bir an önce son bulmalıydı.
– Hakkını helal et usta.
Ayaklanmıştı. Sanki yıllardır azad edilmeyi bekleyen bir köle gibi hızlı davranmıştı. Miyas usta bu çabukluğa hiç aldırmadı. Ahşap kokusuyla baş başa kalmak istiyordu zaten. Dara’nın yüzüne bakmadı. Onu ağlarken –sesindeki titremeden ağladığını düşünüyordu- görmek istemiyordu. Dara’ya ağlarken görünmek de istemiyordu. O yüzden bu sahne bir an önce son bulmalıydı. Elini uzattı;
– Helal olsun, sen de helal et. Haftalığını uğrar evine bırakırım.
Dara son cümleyi beklemeden ustasının eline uzandı. İşte o anda, saklamaya çalıştığı gözyaşları ustasının elini ıslattı. Ustasının elindeki ıslaklık ve atölyedeki ahşap kokusu geride kalmıştı sokağa çıktığında. Gözlerindeki nem, yerinde duruyordu.