EDEBİYATHİKAYEYAZARLARZEYNEP MUTLUAY

DOĞU EKSPRESİ

Uzaklaşan trenle koca bir kenti arkamızda bırakmıştık. Aralık ayının sisli, puslu ve kirli Ankara havası bile trenin birkaç kez ardı sıra düdüğünü çalmasıyla yok oluvermişti. Siyah büyük deri koltuğa çöküverdim. Sabahtan beridir 17.55 trenini kaçırmamak için yerle yeksan olmuştuk Alyoşa’yla. Neden bu acelemiz? Çünkü bu öyle alelade bir tren yolculuğu değil nam – ı diğer Doğu Ekspresi.

Evet, evet bu son zamanlarda herkesin diline pelesenk olan Doğu Ekspresi… Biz de zaten bileti taa yazdan almıştık. O zaman bile aralık ayının 14’üne zar zor yer bulabildik. Aslında popülizmden çok etkilenen bir tip değilimdir. Lakin Rusya ‘da olduğumdan iki yıldır ancak fırsat bulabildik bu geziye.

Ben sıcaktan ve yorgunluktan gevşeyip çözülmeye başlayınca Alyoşa’yı yeni fark eder gibi oldum. Doğru ya yalnız değilim bu yolculukta. O da vardı yanımda. Canım arkadaşım… İki yıl önce St. Petersburg’ta yine böyle bir tren yolculuğunda tanışmıştık. Ben Lomonosov Devlet Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrenciliğine başlamıştım ve bir sunum için Moskova’dan St. Petersburg’a gidiyordum. Tabi öğrenciler için çok daha ekonomik olan tren ulaşımını tercih ediyordum her zaman.

Yolculuğum nerden baksanız 7 – 8 saat sürecek. Bu süreyi boşa geçirmemek için dizüstü bilgisayarımı açıp sunumuma hazırlanmaya başladım. Yan tarafıma bir hanım oturmuş ve dalgın bir şekilde soğuk Rusya havasını izliyordu. Bozkırlardan geçerken termosundan bana bir bardak sıcak kahve uzattı. Hayır demek istemedim. Çünkü tüm gece okumak ve bilgisayar ekranına bakmaktan başım şişmişti. Kahveyi kabul etmemle sohbetimiz başladı. Ama öyle derin bir sohbet ki…

Tesadüfi oda St. Petersburg’ta aynı çalıştaya gidiyormuş. Ve Türkoloji yüksek lisansı yapıyor. Farklı bir üniversitede ama Moskova’da. Hatta kaldığımız yurtlar bile birbirine çok yakın çıktı. Velhasıl çok fazla ortak yönümüzün olması bizi iki yıl boyunca çok ama çok iyi iki arkadaş yaptı. Ve ben masterımı bitirince ülkeme döndüm. O da gezmeye benim yanıma.

İş hayatına atılmadan biraz çevreyi keşfetmek kendimize zaman ayırmak istiyorduk Alyoşa’yla. Bu geziyi tertip ettik.

  • Umay, içerisi fazla sıcak değil mı? Biraz pencereyi açalım mı?
  •  Hayır, canım çok soğukken bindik ya alışırız.

Alyoşa yaşım da ondan biraz büyük olduğundan genelde benim lafımı dinlerdi. Uysal ve sakin bir Slav…

Sırt çantalarımızı kapaklı dolaplara yerleştirdik. Üzerimizde gayet rahat kıyafetlerimiz vardı zaten. Yük olmasın diye çok az şey almıştık. Sosyal medya hesaplarında trende renkli görüntüler paylaşan kitle gibi birtakım alet edavatlarla gelmemiştik. İçinde Bize gerekli ihtiyaçlarımızın olduğu sırt çantaları ve bir de not defterim.

  • Umay baksana kar başladı. Nasıl soğuktur dışarısı? Ve her yer simsiyah…

Akşam oldu kendimize yaptığımız güzel sandviçlerden yedik. Kahve termosumuzdan ikişer bardakta kahve tabi. Rusya’da kahve bağımlısı olmuştum. Onlarda bazım gibi çay kültürü yoktu. Ve kahvenin envaı çeşidine alıştım iki sene zarfında.

Güle oynaya yemeklerimizi yedikten sonra kompartıman bozkırla dolu perdelerini ve ışığını kapatıp güzel derin ve bir uykuya daldık. Trenin ritmik sesiyle sanki bir düş içerisindeyim. Gitmek duygusunu ezelden beri çok sevmişimdir. Bu Anadolu’dan uzak belki biraz unutulmuş topraklarda ait olma duygusunu uykumda en bilinçsiz halimde bile hissediyorum. Telefon çekmiyor, iyi ki çekmiyor. Küçük bir transistörlü radyo buldum Mehmet Ali dayımdan. Pek sever özlemli objeleri. Başucumuza koydum. Alyoşa’nın derin uykusunu bölmeyecek şekilde ayarladım. Fonda TRT radyosu… Ezelden severim. Rusya’da bile frekansı ayarlar dinler memleket özlemimi o canım şarkı ve türkülerle giderirdim. Şimdi yine yanık bir Anadolu ağıtı. Beni bu koca trene, bu bozkıra bu yurda görünmeyen tellerle bağlayan bir söylem.

Nedendir bilinmez saat oldukça geçmiş olmalı ki tren yavaşça gıcırdayarak bir istasyonda durdu. Saatime baktım, bire geliyor. Dışarıyı sisten kestirmek güç. Bir takım insanlar iniyor biniyor. Tren istasyonları hep yalnızlık çağrıştırır bana. Burası da öyle… Bu istasyonlar da çalışan insanlar da öyle. Muhtemelen aileleri var ama bana hep yalnız adamlarmış gibi gelir. Belki şehirden uzaklıkla alakası vardır yalnızlığın.

Ben bu düşüncelerle bir yumak olup uykuya teslim olmuştum en nihayetinde. Sabaha karşı kesik kesik insan sesleri, düdük sesleri, kapısı açılan kompartıman sesleri, öksürmeler, gülüşmeler, bazen şarkı mırıldananlar… Ama nasıl demeli hepsi bir kuyuya atılıp kaynar kazanda fokurdayan tatlı ve ahenkli bir ses cümbüşü… uykuma düşlerime eşlik eden. “Ülkem bu kadar düşlenebilirdi” dedim güne gözlerimi açtığımda. Dışardan ince bir güneş ışığı.

  • Günaydın Umaycığım. İyi uyudun mu? Ben katık gibi uyumuşum…
  • Evet, canım çok güzel uyudum ama sende iyi uyudun soluksuz…

İyi bir uyku kadar insana kendini iyi hissettiren çok az şey vardır. Alyoşa’yla trenin restoranında mercimek çorbalı bir kahvaltı ettik. Bayılıyor bu kız mercimek çorbasına. Versen bir tabak daha içecek belki. Biz keyifle çorbamızı yudumlarken sol çaprazımızda 35 yaşlarında terk başına oturan bir kadın ilgimi çekti. İlgimi çeken yalnız başına seyahat etmesi değil çok durgun ve üzgün görünmesiydi. Muhtemelen turist değil gerçekten evine gidiyor. Benim öyle dikkatlice bakmamdan olacak ki başıyla hafifçe selam verdi. Utandım taciz eder gibi dik dik bakmayı kestim, kendi küçük dünyama döndüm.

Alyoşa ve ben daha önce pek çok kısa ve uzun seyahatler yaptık. Onunla çok anı biriktirdik ki sürekli konuşmaktan etrafımızdakilerin başı ağrıyabilirdi. Biz daha yemeği tam bitirmeden düdük çaldı, Erzincan’a gelmişiz. Kaşkollarımızı boynumuza dolayıp hemen aşağı indik. Hava eksi 18 derece gündüz vakti. Ankara soğuğuna alışık olan ben bile dayanmaz bu soğuğa. Oysa Alyoşa’ya hiç etki etmiyor. Neredeyse montunu zor giydiriyorum ona. Güneşi görse hele yaz geldi zannediyor.

45 dakika vaktimizin olduğu söylendi bize. Çarçabuk bir turlayalım dedik. Tren garının hemen arkasında yöresel ürenler satan bir dükkân bulduk. Biz zaman kaybederken millet alışverişe başlamış bile. Bir de ne görelim restorandaki kısa saçlı hüzünlü kadında alışveriş yapıyor! Biz ne alacağımızı bilmeden öyle şaşkın bakarken:

  • Kızlar buranın tulum peyniri ve balı çok güzeldir, rahatlıkla alabilirsiniz. Hiçbir yede bu kadar lezizini bulamazsınız.
  • Aa, öyle mi Umay lütfen alalım. Ben çok seviyorum bal, lütfen!

Gülümsedim kadına ve canımızın istediklerini paket yaptırırken sohbet başladı. Ve belki hayatımın kırılma noktası mı demeliyim? Bilemedim.

  • Sizi sabah biraz fazla taciz etmiş gibi olduysam çok çok özer dilerim. Sadece ilgimi çektiniz. Turist olmadığınızı düşündüm bir an, ama sanırım tek başınıza keşfe çıktınız sizde bizim gibi…

Kadın hala peynirlerin paket yapılmasını bekliyordu ve gayet yavaş ve ahenkli sessiyle:

  • Turist değilim canım, yanıldın maalesef. Ben Kars’ta yaşıyorum, orada butik bir otelim var. Senin ilgini çekmem de normal, çünkü Almanya’dan bir cenazeden geliyorum. Kardeşimi kaybettik, bir aydır oradaydım.
  • Ne siyemeyeceğimi bilemiyorum, çok çok özür dilerim…
  • Lütfen dileme nereden bileceksin. Müneccim değilsin ya!
  • Peki ya Karslısınız o zaman?
  • Hayır, yedi göbek İstanbulluyum ben. Sadece dört yıldır Kars’ta yasıyorum.
  • Hım, marjinal bir karar Kars’ta yaşamak, şaşırdım!

Bu kez o bana maviş gözlerini koca koca dikerek soruyordu:

  • Neden?

Hakikaten neden?

Zeynep Mutluay

Dünya şarkılara sığacak kadar küçük, anlam aranmayacak kadar kısa belki de…

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu