
Henüz bir yıl olmuş öğretmenliğe başlayalı. Sevmediğim bir kentte ancak bir sene çalıştıktan sonra tayinle başka bir büyük kente gidiyorum. Kentin çok göç alan bir kenar mahallesinde okulum. Okulun bahçe duvarının etrafında çepeçevre bir sıra uzun kavak ağaçları var. Bu kavak ağaçlarını pek seviyorum. Bakımsız ağaçların dipleri kaba otlarla dolu. Çürüyen ağaç yapraklarını süpüren hiç olmaz.
Zil çalıyor, öğrencileri yara yara avluya çıkıyorum. Benim nöbet yerim bahçe… O kadar çok öğrenci var ki güçlükle çıkabiliyorum bahçeye. Sınıflar kalabalık, derslikler az, öğretmen eksiği çok… Her hafta nöbet yerime giderim. Bahçenin kenarlarında uzun kavak ağaçları vardı hani; sonrasında kalın, kaba bahçe duvarı… İşte, bu bahçe duvarı okulla mahalleyi birbirinden ayırıyor, çocuklar ağaçların, heybetli duvarın üstünden atlarlar. En sevdikleri oyuna dönüşmüş bu. Ben de ara ara sırtıma kavak ağaçlarına dayar, çocukluğuma dönerim.
Nöbet yerim çok sıkıntılıdır. Çoook sıcak bu kentte çocuklar zil çaldığı anda iplerinden boşalmış gibi bahçeye doluşurlar. Hızla doluşurlar; ama ders zili çaldığında boşaltmak o kadar kolay olmaz. Bahçede bir de çeşme vardır. Birkaç musluklu bu çeşme başına öğrenciler doluşur, kavga ederler. Bütün dünyanın da kavrulduğu hissini veren bu şehirde çocukların çeşme başı kavgaları da pek anlaşılırdır; ama bahçe nöbetçisinin bir görevi de bu doluluğu azaltmak, kavgaları önlemektir. Sürekli çeşme başında durup, diğer öğrencilerin su içmelerini engelleyen çocuklar da vardır hem. Bunu da engellemek lazım. Zor iş yani, hele içlerinden biri var ki, oradan ayrılmıyor. Ben kovuyorum, o geliyor; kovuyorum yine geliyor. ‘’Ben bir daha buraya gelme demedim mi, bak bir daha görürsem!’’ diye bağırıyorum. Bakıyor bana öyle saf saf.’’ Ben bir şey yapmadım ki, ben gelmedim ki az önce’’ diye ısrar ediyor; ama oldukça ürkek, çekingen, soru soran anlamamış gözleriyle bana bakıyor her defasında. Sık sık da saçlarını sarsarak benim tüm suçlamalarıma ‘’Yoo, ben yapmadım ki, ben değildim ki” diyor. Ah, nasıl köpürüyorum bu defa, hem ne kızıyorum. Özellikle az önceki durumu bilmezden gelmesine henüz duymuş gibi yapmasına, nasıl nasıl da kızıyorum. Sonra ki hafta, ondan sonrakiler onun küçük oyunlarıyla aşağı yukarı hep böyle geçti. Bir yılan gibi anında yer değiştirmesine şaşıyorum. Az önce – kızarak – kovduğum çeşme başında, karnı açık tekrar dolanır. Öyle etrafı görmeden yürür. Ben görüp de kızarım diye atletiyle yüzünü örtmüş. İnsan yetiştirmeye, eğitime, meslekteki iyi duygularıma dair ne varsa hepsini bırakırım o çeşme başında; kızarım, hesap sorarım, onu strese sokarım, biraz da hırpalarım – dövmem – Bir sonraki teneffüs olur, tekrar gelir. Hem de hiçbir şey olmamış gibi çeşmeye yönelir. Dikkati, ilgisi bende değildir. Çeşmeye yönelir bana bakmaz; ama benim bütün dikkatim yine ondadır.
Bütün okulu ve en fazla da onu güçlükle içeri aldıktan sonra ben de girerim dersime. Sınıflar ortalama 60 – 70 kişiliktir. Başka türlüsünü düşünemiyoruz. Devlet okulları genel de böyle. Yoklama almak, ders anlatmak, not tutturmak, hepsi bir zor ki, anlatılamaz. Üç kişilik sıralara, dört kişi oturmaya çalışırlar; kavga ederler, kalemleri kaybolur; kavga ederler, defterlerini açınca sıraya sığmaz; kavga ederler, kavga etmek isterler, kavga ederler. Hele içlerinde biri vardır ki – hani o çeşme başında didişip durduğum- ders dışında hemen her şeyi yapar. Sık sık kalem kavgası çıkarır. Sık sık yazmaz, başka bir iş bulur kendine, ara ara da sınıfta yer değiştirir. En çok da bu yer değiştirmelerine kızıyorum.
Çeşme başında yaptıklarının da etkisiyle her defasında yine onu azarlıyorum, küçük kusurlarını bile görmezden gelmiyorum, o 70 kişilik, diplere doğru giderek loşlaşan sınıfta, bir dolu bir dolu öğrenci kafasının içinde en çok onunla ilgileniyorum. Sırasını değiştiriyor, kızıyorum. ‘‘Ben bir daha kalkmayacaksın demedim mi?” diyorum. ‘’Ben kalkmadım ki’’ diyor. Yalnız o bana çekingen itiraz ettikçe gizli fiskoslardan sezinliyorum; farklı bir şeyler olduğunu, bir şeyi yanlış yaptığımı. Ama doğrusu bu durumun üstünde duramayacak kadar meşgulüm sınıfta. E, bu kadar kalabalık bir sınıfta olağan davranışlar olarak görülebilir bunlar. Şimdilerde hiç önemsemeyeceğim bu gibi küçük öğrenci davranışlarını o zamanlar çok önemsiyor, çok üstünde duruyorum. Tam bir disiplin halindeyim. Öyle bir kafamdaki öğretmenliği hayata geçirme tutkum var ki, aslında tam olarak onları göremiyorum, hayatlarını çok da iyi anlayabilecekken anlayamıyorum. Duygu olarak yakın ama davranış olarak bir hayli uzağım onlara. Bunu ancak şimdi böyle değerlendirebiliyorum.
Ben ne yapıyorum? Ben hepsini oturtuyorum, dersimi en ince ayrıntılarına kadar anlatıyorum. Sonra yazdırıyorum. Sonra günlerce sürecek olan kılı kırk yardığım, puan puan ölçtüğüm bir sınav değerlendirmesi yapıyorum. Bu anlamda hiç haksızlık yapmıyorum. Haksızlıklara çok karşıyım. Çok özenerek işimi yapıyorum, her şeyi elle yazıyorum ve sınıf süslemesi de dahil her işe ruhumu katarak yapıyorum.
Öğretmenler odasındayız… Küçük odamız pek huzurlu değil. Yalnız bir büyük kentin, bir kenar mahallesindeki okulda yanan o küçük odun sobasının etrafa yaydığı çıtırtıların, ortamı nasıl dinginleştirdiğini hatırlıyorum. Dönemin sonundayız, hepimizde bir rahatlama var. İlkokul, ortaokul öğretmenleri bir arada. Ufak ufak öğrenci davranışlarını değerlendiriyoruz. Ben çeşme başında bana yaptıklarını, dersteki bitmek bilmez yaramazlıklarını anlatıyorum. Konuştuklarımı dikkatle dinleyen ilkokul öğretmenleri Kadriye Hanım, “ikizi de ne kadar farklı değil mi?’’, diyor; “sessiz, kendi halinde, pek de efendi” diyor. Yüzüme ateş basıyor, bundan sonraki hiçbir konuşmayla ilgilenmiyorum, sesleri bile duymuyorum. Duyduğum şeyinse bende yarattığı sarsıntıyı sonraki boşluğu, yaşadığım utancı, tarifsiz hüznümü şimdi anlatamam.
Zil çalmamış henüz, ama odada duramıyorum. Sınıfın kapısında bekliyorum. Öğrenciler giriyor; ikişerli, üçerli… Heyecanla bekliyorum. Hepsini yerine oturtuyorum çarçabuk – ders başkasının aslında çıkmam lazım – karşıya geçip tüm sınıfı tarıyorum. Evet, iki birbirine benzeyen İNSAN, iki farklı yerde oturmuş, inceliyorum dikkatlice, yine aynı gibi ama detayları, hele üzerlerindeki hava çok başka. Biri yanındakini dürtüyor, arkasındakinin ceketinin uçlarını çekiyor, bir yandan da ön tarafı oturduğu sırayla sıkıştırıyor. Ya diğeri? O çok başka… Öyle oturmuş, olacakları bekliyor. Sakin, kendi dünyası olduğu belli. Ben aslında yaramaz olana verdiğim cezaları ona da paylaştırmışım, ara ara fiskosları da bu benim haksız ceza paylaşımımdanmış; ancak sonra anlayabiliyorum. Öyle bir hata yapmıştım ki, öğretmenliğimin diğer özelliklerinin pek bir anlamı kalmamıştı doğrusu.
Ben bu yaptıklarımı suç değil de kabahat olarak değerlendirsem bile duygu dünyamda, hep taşıdığım, düzeltemediğim, asla asla borcumu ödeyemediğim bir kabahattir bu.
Evet, onların hayatlarına nasıl dokundum, ne oldu bilmem. Hiçbir zaman da bilemeyeceğim. Yine bir sene çalıştığım okulda tayin dolayısıyla ayrılmıştım. Artık hiç gidemeyeceğim, avlusunda hiç gezemeyeceğim bir yere dönüşüverdi okul… Bir anda geride kaldı. Ama bu yaşanmışlık; benimle birlikte her kente, her okula, her yaşıma geldi. İşte bu yazıya da sığınıverdi. Bir kabahatli öğretmenin bir 24 Kasım öncesi iç döküşüne dönüşüverdi.
Şimdi, bu yazının ışığında; bahçede ayakta dikiliyor, çeşmeye eğiliyor, okul bahçesinin duvarına yaslanıyorum. Üstüm başım, kavak ağaçlarının pamuklarına belenmiş. Sırtımı kül rengi ağaca dayar, 2-3 katlı gecekondu evlerinin çardaklarından sarkan gölgeli ışığa, kehribar renkli üzüm salkımlarına bakarım….
NOT: GÖRSELDEKİ RESİM YAZARIN KENDİSİ TARAFINDAN RESMEDİLMİŞTİR.
Bir Yorum