EDEBİYATHİKAYEMUSTAFA BAKIRYAZARLAR

YOK OLUŞUN ÖYKÜSÜ

Masanın üstünde dolaptan yeni çıkardığım, bayatlamış çörekler duruyor. Dolapta olunca küflenmiyor. Bayatlıyor, ama küflenmiyor. Bir burjuva kadını gibi… Küflenmiş çörekler aslında her şeyi anlatır. Bir dolap bulamadığını, bulsaydı böyle olmayacağını, hayata dayanamadığını anlatır. Pencereden giren rüzgâr perdeyi kaldırıyor. Şu perde ne oynak eşya. Olmasa oda boş gibi hissediyorum. Varlığı da sinir bozuyor. Neyse perde de durdu. Bir gün herkes duracak; yolda yürüyen kadın, tuvaletteki adam, bisiklet süren çocuk, duracak. Kilitlenecek bu dünya var olan bütün anahtarlarıyla. Birkaç dakika sonra kalkıp çay demleyeceğim. Çay deyince… Çaydanlıkla konuştum geçen gün, o da kızgın bu dünyaya. Konuşurken sandalye bağırdı bir taraftan: “İnin lan artık tepemden babanızın eşeği mi var?” Çok isyankâr, birde sigarası var. Bir eşya bu kadar hareketsiz durur mu? Kırıtsana sende perde gibi. Keş işte.

Çayı demledim. Çaydanlık her elime aldıkça homurdanıyor. Oda sıcağında ısınmış burjuva çöreklerimi bir bardak çay ile yedim. Pencerenin önüne oturdum. Perdeyi duvara kadar ittim. Sigara yaktım. Aklıma ölümüm geldi. Nasıl ölecektim? Kesin sandalye öldürür beni. Çaydanlığa da güvenmiyorum. Zaten biraz daha yaşarsam nefret etmekten kusacağım. Sonra zehirlenip küfredeceğim bu yeryüzüne. Kimsesiz çöp konteynırları gibi kokarak, çöpün asitinden de ölebilirim. Şiir mi okusam, fazla şiirden de ölebilirim Edip gibi, bir mayıs ayında. Sözcükler söker belki kalbimi. Nefes boruma virgüller ve noktalar kaçabilir. Ya da Nazım gibi memleket hasreti çekerken, belki akciğerlerimi yakarım sigaradan, damarlarım tıkanır sonra kalbim kriz geçirir, bir haziran gecesi.

Bunları düşünürken çaydanlık bağırıyordu: “Ulan bir bardak için miydi o kadar ateş? Soğuttunuz lan beni dünyadan.” Hayallerimi bölmüştü. Yine ocağa koyup bir güzel ısıtıp içecektim kanını. Bu kara parçasında hayallerden anlamlı, değerli ve gerçek hiç bir şey yok. Hayallerimi katletti, sinir hastası bir çaydanlık. Tabak olma çabasındaki bir kül tablasında söndürdüm sigaramı. Çaydanlığı ocağa koydum. Isındıktan sonra bir bardak daha içtim. Çaydanlık korkak gözlerle bakıyordu. Herkes haddini aşıyor bu yeryüzünde. Yalnız bir adamın hayallerini bölmek; Afrikalı bir çocuğun elindeki bayat çöreği almak kadar yüzsüzlüktür.

İntikamımı almıştım. Dağınıklığın içinden kırışık pantolonumu ve gömleğimi aldım. Sanırım dışarıda akşamüstü oluyordu. İçerisi şuan gece sanırım. Sanki dışarısı yüz meridyen uzakta penceremden. Yüz meridyen uzaklar gündüzdür şuan.

Dışarıya çıktım. Her gün sevmediğim onca insana neden selam verdiğimi düşündüm. İşte manav… Umurumda değil. Suratı değişti selam vermedim diye. Vermeyeceğim. Çünkü bu son… Bir selam bu kadar önemliyse muz canı çekmiş bir çocuk, tezgahından muz yedi diye, mahalleyi niye ayağı kaldırdı ki?

İşte üst komşum. Şairdir kendisi. Karşıdan geliyor. Şu ıslığı çalmasa olmaz. Gözlüklü, orta boylu, pamuklu gömlek giyen bir adam. Görmezlikten gelip, geçip gidecektim. Fakat beklenmedik bir ilgiyle konuşmak istedi. Umursamaz bakışlarının yerini merak almıştı.

– Hop nereye bu saatte. Sen çıkar mıydın dışarı?

– Bir sorun mu var?

– Hımm, her zaman olduğu gibi…

Bu adamı hiç sevmiyorum aslında. Ama gördüğü yerde durdurup konuşmaya çalışıyor. Bir kere bile elinden kurtulamadım. Ama bu son… Salaş pantolonunun cebinden sigara tablasını çıkardı. Bana uzattı. İstemedim. O kadar derinden çıkardı ki cebi kaç metre diye düşünüyordum. Sessizleşmiştik. Yere bakıyordum. O da sustu. Hala cebinin kaç metre olduğunu ölçmeye çalışıyordum. Sigarasını almadım. Çünkü dişlerimi yeni fırçalamıştım. Ama bu sondu…

– Sen bilim adamısın da… aslında … Senden iyi yazar olur.

– Benden bir bok olmaz.

– Niye öyle dedin?

– İntihar edicem ben…

– Nasıl intihar edeceksin? Hem intihar zor iştir.

– Siktir lan, ne anlarsın sen! Yaşıyor muyum sence ben? Ya da sen yaşıyor musun? Tüm bu insanlar yaşıyor mu? Söyle bana yalnız bir insanın kaybedeceği nedir? Yeryüzü çok acıtıyor topuklarımı, bunun yanında ona basmaya bile tenezzül etmiyorum artık. Uçasım var. Bu yeryüzünde yürümek istemiyorum. Sürtünmenin de yer çekimininde canı cehenneme.

Bir kere daha nazikçe küfrederek yanından uzaklaşmıştım. Sevaplarımı ve günahlarımı hesaplıyordum. Bir baktım da, yanmışım ben.

İşte gökyüzü ile birleşen bir uçurumdaydım. Bana burada bir ev verseler ömrümün sonuna kadar burada yaşardım. İntihar ederken bile yaşam hayali kuruyordum. Bu nasıl bir diyalektik. Söyleyin o sakallı amcaya dünyadaki en büyük diyalektik kendini uçurumdan atacak. Dünyanın kapılarını açmak için anahtarlar bulan bu meczup bilim adamı, o yalnızlık kapısını örtemediği için bulduğu bütün anahtarlarla dünyayı kilitleyecek.

Yalnızlığım arkamdan gömleğimi çekiştiriyor. Evet, rüzgâr o bozlağı mırıldanıyor. Bıraktım kendimi. Bu cennetten bozma cehennemde yerçekimi diye bir eziyet var. Hatta kanun… Boşluktan olacak, başım dönüyor. Birazdan çakılacağım bin yıllık bir kayaya…

Bu yazıyı beğendiyseniz paylaşarak daha fazla kişinin yararlanmasını sağlayabilirsiniz. 🙂

Mustafa Bakır

Ben sokakta yürüyen eli cebinde bir adamım. Toplumbilim bilirim. Hayatım insanları izlemekle geçti. Onları ve onların bana benzerliklerini, farklılıklarını karalıyorum kenara köşeye. Ben öyle afilli bir şekilde kendimden bahsedemem. Sakallarım ve ben kapkaranlığız. Türküler söylerim dünyaya. Ellerim ve yüreğim can çıkmadıkça susmaz.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu