
Sarsıcı bir trajik yaşam, üç öz kıyım girişimi (sonuncusu başarı barındırıyor), şiirler, öykü parçacıkları, çizimler, ölümü her kulvarda deneme veya test etme çabası, manik depresif çılgınlığı, hırçın bir kadın bazen tam tersine uysal bir ev hanımı ve daha bir sürü şey…
Plath hakkında söylenecek çok söz var. Ama bizi ilgilendiren sanatçı kişiliği ve hayatından bazı ek parçacıklar. Sonuçta biz paparazzi değiliz, zevkçiklerini onlar bulsalarmış…
Ciddiyeti sevmeyen biri olduğum için gayet gayri resmi girişleri seviyorum. Dilim kurusun gerçekleri söylemek için biraz antibiyotik vermem gerekiyor karşımdaki insana. Ne yapayım dilim böyle…
Sylvia Plath, 27 Ekim 1932 Boston doğumlu olup, 11 Şubat 1963 Londra’da yaşamına son vermiş kadın yazar, şair ve çizer. Çoğu okuyucu Plath’i şair ve yazar kimliği ile tanır. Fakat Plath aynı zamanda bir çizerdi de. Ki çizimleri Türkiye’de de meraklısına sunulmuştu. Buradan duyuralım. Yapıtlarında yabancılaşma, ölüm, öz kıyım izlerini taşır okuyucuya ve bunu yaparken yaptığı mükemmel bir savunma vardır. Bu savunma tek bir cümleden oluşur; “İçimde sadece susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum.” der. Sylvia Plath, benim gözümde yaşamı sadece sancı barındıran kötülükler bütünü olarak gören yazar, şairdir. Anne Sexton ile birlikte gizdöküm şiirinin öncüsüdür. Şiirlerinden örnekler verecek olursak; “Lady Lazarus, Babacığım, Laleler, Ariel, Deli Kızın Aşk Şarkısı…” Daha dile getirilecek şiirleri elbette var ama unutamadıklarım arasında bunlar mevcuttur.
Plath’i okumak sancılı bir iştir. Psikolojinize dikkat etmelisiniz. Özellikle güncesini okurken. Tavsiyem biyografisini okumadan metinlerine giriş yapmamanız. Aslında konumuz genel olarak yazımsal süreci, çılgınlıkları, kayıp kuşak antoloji tartışmaları olmalı fakat sürem kısıtlı. Kısa kesmem lazım, dileyen olursa saatlerce anlatabilirim bir bira karşılığında…
Sırça Fanus, Plath’in ölmeden önce tamamladığı son çalışma. Bir roman. Dünyada kadınlar tarafından yazılmış en iyi 20 eser arasında sayılan roman. Beyninin iç haznesini bize gösteren roman… Sırça Fanus, şiddetli ve dalgalı ilerleyen bir parça Plath tarihinde. Kimi araştırmacılara göre otobiyografik kimilerine göreyse yarı otobiyografik eser. Bu roman Plath’in kadınlar, erkekler, eğlence, cinsellik, sanat dili ve dünyaya bakış açısından izler taşır.
Ted Hughes’dan bahsetmek gerekli. Plath’in semiyotik bağlılık taşıdığı eşi. (bir nevi zihninde ölü bir babaya duyulan ihtiyaç gereği ve sanatının gerektirdiği yaşamda ideal insan.) Ama bu konuya girme taraftarı değilim. Söylediğim gibi vaktim kısıtlı. Diyebileceğim az şey var: çok sağlam bir İngiliz şairdir, Plath’in o’nu babası ile özleştirdiğinin farkındadır. Plath’in ölümünden sonra okuyucuları tarafından çok suçlanmıştır. Otuz küsur yıl bir suskunluk döneminden sonra tamamını Plath’e adadığı “Doğum Günü Mektupları” ile bu cevabı vermiştir. – ki bu kitap yayımlandıktan kısa bir süre sonra ölmüştür.
Gelelim Sylvia’ya tekrar…
Sylvia, döneminde ciddi bir okuma kitlesine sahip değildi. Çoğu eleştirmen tarafından göz ardı ediliyordu. Bunun dışında bir anneydi. Bu durum sanatı için çok büyük önem teşkil ediyordu. Fakat hayatının son zamanlarına doğru yoğun bir depresyon içindeyken bile şaşırtıcı şekilde üretken bir dönem geçirdi. Tabii ataklar ve ilaçlar ile birlikte…
Sosyal hayata bağlanmak istediyse de bunu başaramadı. Evinde yani Yeats’in bir zamanlar yaşadığı o evde kalmaya devam etti çocukları ile birlikte. Ted ile barışmak istedi ama Ted bir süredir birlikte olduğu kadının hamile olduğunu ve ondan ayrılamayacağını söyledi. Bu Plath’ın dünyasında yapılan son darbe oldu. 1963 Şubatı’nda yoğun kar yağışı yiyen Londra’da çocuklarının odasına iki dilim yağlı ekmek ve iki bardak süt bırakıp odadan çıktı. Alet çantasından aldığı bant ile çocuklarının odasını güzelce yalıttıktan sonra mutfağa gitti. Fırının gazını açtı, kafasını fırına sokarak intihar etti. Bu yaşamı boyunca yapmaya çalıştığı üçüncü girişimdi ve başarı niteliğinde bir sondu.
“Ölmek,
Her şey gibi bir sanattır,
Bu konuda yoktur üstüme.”
Bir Yorum