
Otobüs durağında bankın sağ tarafına sigara paketinizde kalan son dalı, paketle birlikte bırakırsınız. Muhtemelen o gün içinde sigarası bitmiş, sigara alacak parasın olmayan ve “bir sigara şimdi hiç fena gitmezdi” diyen biri o paketteki son dalı içecektir. Nikotin bağımlıları arasında gizli bir anlaşmadır bu. Son dal anlaşması. Son dal anlaşması o gün bana gülmüştü. Bir Marlboro paketinin içine bırakılmış tek dal sarma sigarayı bulmuştum. Şansım yine benimle taşak geçiyordu. Boğazımı yakarken sarma sigara her içime çektiğim nefeste, otobüsümü bekledim. 12A geldi. Kadıköy’e gidecektim. Yarısında otobüs gelse de atsam dediğim sigaram biter bitmez gelmişti otobüs. Öykülerimi en kısa sürede okumak istediğini söyleyen ancak tanışalı aylar olmasına rağmen öykülerimi daha yeni okuyan kadına gidiyordum. Eleştirilerini dinleyecektim.
Gittim.
Mavi saçları kulaklarına kadar geliyordu. Saçlarının gerçek rengini hiç söylemedi ve ben de merak etmedim. “Yazılarını neredeyse hiç okumadım” dedi kadın. “Biraz göz gezdirdim elbette ama ayıp olmasın diye. İlk cümlenden sonra elimden atardım senin yazıların olmasa. Bir şekilde katlanamadım açıkçası.” Hiperrealist resimler çizen, Fransızcayı İngilizce üzerinden öğrenmeye çalışan, Pop Art’tan nefret eden ve Rus edebiyatına hayran olan bir kadındı. İsmi Leyla. Kadıköy’de bodrum katındaki bir dükkânı atölyeye dönüştürmüş. Atölyesinin yerleri boya içinde, ortada onun ve benim el izimiz var. Dört bir yanda yarım bıraktığı resimleri. Neredeyse fotoğraf makinesiyle çekildiğini zannedeceğiniz ancak yarısında bıraktığı için yırtık bir fotoğrafa benzeyen resimleri atölyesinin her yanını kaplıyor. Elinde kalemi, boynundan bağladığı önlüğü, kısa ve kısım kısım boya lekeleri olmuş açık renk kot şortu ve yine boya lekeleriyle dolu beyaz askılı tişörtüyle gerçek olamayacak kadar güzel görünüyordu. Tanrı’nın sürrealist çalışması… Gerçekliğin hiçbir yanıyla uyuşmuyor. Ben de şimdi rahat bir koltuğa oturmuş, onu izliyor ve yazılarıma ettiği hakaretleri dinliyordum.
“Hakaret deme” diyor. “bir eleştiriye giriş yapıyorum sadece. Sen de benim sanatımı eleştirebilirsin dilediğin gibi.” Bakıyorum her birini yarım bıraktığı çalışmalarına. Bilerek mi öyle yapıyordu yoksa tamamlayamıyor muydu bilmiyorum. Ancak çok iyilerdi. “Eleştirecek bir yan bulamıyorum açıkçası. Hepsi harika görünüyor.” Böyle diyerek büyük bir hata yapıyorum. “İşte sanattan anlamadığın buradan belli oluyor. Sanat bu, eleştirecek bir yan her zaman vardır.”
Benim tek istediğim ise beni önemsemesiydi. Yani hani, ne bileyim ciddiye almasıydı. Onu etkilemek için lafı Jean Baudrillard’a getiriyorum. Gerçeklik çökmüştür diyorum. Hileli seçimlerimiz, yanılsamalarımız, reklamlarımız, sosyal medyada duyarlılık numaralarımız, televizyon, yeni medya… Hiperrealizm de imgeyi gerçeklik olarak algılamayı isteyen insanı kandıracaktır kolaylıkla diyorum. Sorgulamayan, farkında olmayan, reklamların büyüsüne kendini kaptırmış ve kendisine sunulan seçenekleri seçtiğini zannedip özgür kararlar alabildiğini sanan insanı. Aşırı yorumumu daha da ötelere götürüp Dark City filminden bahsediyorum. Aslında Matrix’i daha çok sevmiştim ancak Leyla’nın beni ciddiye alması için Dark City daha doğru bir tercih olurdu. Çevresindekilerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu anlayan insanın hikâyenin sonunda nasıl asıl gerçeklik yerine kendine sunulanı kabul ettiğinden ve edeceğinden bahsediyorum. Tıpkı Matrix’teki Cypher karakteri gibi. Tavuğu yerken bu tavuğun gerçek olup olmaması umurumda değil diyordu. Umurumda olan aldığım tadın güzelliği.
“Zaten bir kandırmacanın içinde yaşıyoruz dostum, bu niye gerçek olmasın” diyor daha önce yarım bıraktığı küvette duş alan bir adamı çizdiği resmini göstererek. Adamın yüzünün yarısını çizmiş. Küvet tam, su damlacıkları tam, ancak adamın yüzü ve vücudunun görünen kısmı yarım. Görünen tek gözü kapalı, sanki kaşından damlayan su damlalarından dolayı refleks ile kapatmış ancak açık tutmak ister gibi. Bu söylediklerim Leyla’ya aşırı yorum olarak gelecek biliyorum ama Leyla’nın bu resminde bir hava vardı. Baudrillard’ın hiperrealizminin belirttiği gibi gerçeklik çökmüş ve simülasyon ise her şey, Leyla’nın çizimleri neden gerçek olmasın. Ya da asıl gerçekliğe açılan bir kapı… Benim mavi haplarım.
“Fotoğraf gerçeği yansıtıyorsa -ki bana göre yansıtmıyor, benim yarım bıraktığım çizimlerim de gerçeğin çoğu yansısını üst düzeyde sergileyebilir” diyor. Evet diyorum, bana göre fotoğraf sadece salt gerçeği yansıtsaydı zaten bir sanat olmazdı. “İşte” diyor, “senin yazdıklarında da bu hayalperestlik var, iğrendiğim bir romantizm.” Demeye çalıştığı benim öykülerimin onun kırmızı hapı olduğuydu. Okuyanı aldatmacaya, yanılsamaya, simulakraya iten yazılar olduğunu söylemeye çalışıyordu.
“Yazdıklarını neredeyse hiç okumadım. Okumayı istemedim. Yani okuduğum birkaç cümle yetti bana. Bir yazar olarak boktan birisin G. Bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor gibisin. Ama bir yandan da hiçbir şeyi kanıtlayacak halin yok.” Suratım asık bir şekilde rahat tekli koltukta oturmaya devam ettim. Konuşmadığımın, ona cevap vermediğimin yirmi sekiz dakika sonra farkına varan Leyla elindekileri bırakıp bana döndü. Yanıma geldi. Ellerini dizlerime koydu ve kafasını baldırıma doğru yaslayıp dinlenir gibi bir hal aldı. Elim saçına uzandı. “Bana kızmadın değil mi” dedi. “Kitabının yayımlanmasını isterim, ama bunları duymadan doğru öyküyü yazamazsın. Hem bunlar benim yorumum. Belki yayınevi olumlu cevapla geri döner.”