SORU - CEVAP

DEĞERLİ PİYANİST, BESTECİ ANJELİKA AKBAR SORU – CEVAP KÖŞEMİZDE…

İlk olarak değerli, başarılı piyanist ve besteci Anjelika Akbar’ı SanatlaYaşamak’ta ağırlamak bizim için oldukça onur ve mutluluk verici. Bunu belirterek başlamak istiyorum.

Kazakistan’da doğan Anjelika Akbar, 2,5 yaşında piyanoyla başladığı müzik yolculuğuna üstün yetenekli öğrencilerin yetiştirildiği Taşkent Devlet Uspensky Müzik Okulu’nda eğitim görerek devam etmiş; ardından da Taşkent Devlet Konservatuvarı’nda 5 yıl eğitim görmüştür. 1993 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçen Akbar, o zamandan beridir ülkemizde müzik yapmaya devam etmektedir.  Akbar, 1997-1999 yılları arasında Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın (ilk) kurucu öğretim üyeliğini de üstlenmiştir. Anjelika Akbar, Hindistan, Rusya, Almanya, Fransa, Baltık devletleri, Orta Asya ülkeleri, KKTC, Katar ve Türkiye’de çok sayıda konser vermiş, aynı zamanda birçok ödüle de layık görülmüştür.

Başarılı sanatçının 2002 yılında yayınladığı Vivaldi’nin Dört Mevsim keman konçertosunun piyano uyarlaması albümü, Sony Classical kataloğuna giren ilk Türk klasik müzik albümü olmayı başarmıştır. Bach A L’Orientale kaydında ise sanatçı, Johann Sebastian Bach’ın müziğini Doğu ritimleri ile birleştirmiş; Bach’ın göksel müziği, doğu mistizminde önemli yer tutan ney müzik aletiyle buluşarak farklı bir tat oluşturarak sentez edilmiştir.

Anjelika Akbar; “Su”  (1999), “Bach A L’orientale” (2002), “Rana* & Anjelika* & Zara (13) – Bir’den Bir’e” ‎(2002), “Bir Yudum Su” (2005), “Raindrops by Anjelika” (2009), “İçimdeki Türkiyem” (2010), “Likafoni”  (2011), “Beni Unutma Orijinal Film Müzikleri” (2011), “Mutlu Aşk Şarkıları” (2016), ‘Yol Ayrımı Film Müzikleri’ (2017) isimli farklı albümlere de imzasını atmıştır. Müzik dışında felsefe, tiyatro ve sinema ile ilgilenen Akbar, ayrıca “İçimdeki Türkiyem” ve Uçan Köpek Baaşa”, “Uzaylı Köpek Baaşa’nın Hikayeleri” adlı kitapların da sahibidir.

Bir Türkiye aşığı olarak bestelerini yapmaya devam eden Anjelika Akbar, müziğimize katkılarından dolayı örnek alınması gereken biri olduğunu düşünüyor, her zaman onun gibi insanların var olmasını temenni ediyor, kendisine sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Anjelika Akbar’ın TRT2’de yayınlanmaya devam eden “Anjelika Akbar’la Sesler” programını da izlemenizi tavsiye ederiz. Sağlıcakla ve sanatla kalın…

Hadi başlayalım…

  • Başarılı kişilere baktığımızda çoğunun hayatın içinde olan hayatı korkmadan yaşayan insanlar olduğunu görüyoruz. Nitelikli, çok yönlü bir yaşam hiç kuşkusuz kişiyi beslemekte. Peki, sizi hayatın daha çok hangi yönleri beslemiştir, yaşadığınız hayatın sanatınıza etkisi nasıl olmuştur?

Hayatın hangi yönleri beni beslemiştir? Öncelikle çok donanımlı, çok derin ve araştırmacı ruhu olan bir anne babayla geldim bu hayata. İkisinin nitelikleri çok farklıydı. Bir yandan koro şefi ve piyanist ayrıca müzik pedagogu olan annem ve de felsefe profesörü ve orkestra şefi olan babam. Babamın bu özellikleri dışında başka çok farklı özel ilgi ve çalışma alanları vardı. Yani resmi şapkalar dışında diyelim. Onun için böyle bir anne babanın olduğu, çok renkli aile fertlerinin olduğu… Anneannem de öyle dedem de öyle. Akrabalarımın hepsi çok güzel bir aile ve beni tek tek beslemiştir.

Yani hem araştırmacı ruhumu hem dikkatimi, disiplinimi, ilgiyle derinlemesine olayları araştırma şevkimi, hepsi küçük yaştan itibaren yoğun bir şekilde oluşmaya başlamıştı. Bu atmosfer, beni çok besledi ve tabiki sevgi, sevgi atmosferi… Bu almış olduğum sevgi ve bilgi en zor hayati dönemeçlerde bile bana gerçekten çok yardımcı oldu ve benim ışığım oldu ve olmaya devam ediyor. Tabiki ayrıca okuduklarım, ayrıca dinlediklerim ayrıca benim hocalarım veya hocam dediğim farklı yıllarda ve yollarda karşılaşmış olduğum bilge insanlar.

  • Hayatta sizi en çok meşgul eden aslında herkesin en çok üzerinde durması gereken bir sorudur. “Hakiki insan nasıl olur?” sorusu. Yaşadığınız hayatı düşündüğünüzde bu sorunun cevabına ulaşabildiniz mi? Bu sorunun belki tam bir cevabı yoktur, bilemem ama sizin bu soruya cevabınız nedir acaba?

Aslında bu bir soru değil, bu bir tespit ve hakiki insan olmamız gerektiğini biliyorum. Nasıl oluru sözle anlatmak imkânsız. Zaten sözle anlatılıyor olsaydı o zaman anlatımla hakiki insan olunurdu. Ama şunu biliyorum doğduğumuz şekliyle henüz hakiki insan sıfatına ulaşmak için çok çalışmamız gerekiyor. Yani biz insan formunda, insan şeklinde doğuyoruz. Ama gerçekten büyük harflerle yazılan İNSAN olmak için çok yollardan geçmemiz gerekiyor. Her bir insan için bu yollar farklı olabilir. Olabilir de hiç de olmayabilir. Bu bir tercih meselesi ve kolay bir tercih değil. Başka bir şey söylenemez. Ya bu yola girilir, bu yol da her bir insan için özel olarak açılır ya da dışarıdan anlatılmaz. Anlatılmaması da gerekiyor. Bu dışarıdan birinin sorup da senin cevaplayacağın bir şey değil. Birinin teşvikiyle yapılacak bir şey değil. Bu bir ruh hazırlığı. Sen bunu hissettiğin anda zaten yoldasın demek.

  • Hayatınızın ilk yıllarında çevrenizdeki insanların ateist olduğunu ancak sizin çocukluktan beri içinizde manevi bir yönün olduğuna değiniyorsunuz röportajlarınızın birinde. Her ne kadar bizlerin daha çok inancını aile ya da çevre belirlese de siz aslında inancın kişinin içinden gelen bir duygu olduğunu çok iyi örnekliyorsunuz. Peki, hayatta olan bitene baktığınızda onca yoksulluk, acımasızlıklar, savaşlar vb. birçok olumsuzluklar içinizde hiç inanç karmaşası oluşturmuyor mu? Oluşturuyorsa bununla nasıl başa çıkabiliyorsunuz?

Yaşadığım ülkenin resmî ideolojisi ateizmdi. Ama insan her yerde insandır ve her bir insanın içinde nefs ve onun mertebeleri var hangi ülkede ya da hangi ideolojide doğarsa doğsun. Hangi dini ya da dini olmayan ortamda olursa olsun.

İnsan özüyle yaşayan bir varlıktır ve özüne hassas davranıyorsa özü onu yönlendirmeye başlıyor. Dolayısıyla resmi olarak bir insan, ideolojiden dolayı kendi ve evrenin yüzü arasındaki ilişkilere bir kelime bulamıyorsa ya da onu özgürce dile getiremiyorsa onun içinin boş olduğunu düşünmemiz çok yersiz olur. Hayır, öyle bir şey değil. Dolayısıyla aslında bu anlamda ben bir şeyin örneği de değilim. Hayır. Çünkü dediğim gibi biz bu dünyaya geldiğimiz zaman belli bir koordinatlara girmiş oluyoruz diyelim ve eğer nefs alanını kabul ediyorsak bunu göz önünde bulunduruyorsak o zaman bu konuda bir soru işareti olmaz. Böyle diyebilirim. Sorunuzun ikinci yarısına gelince hayır, bende bir fikir çatışması veya inanç karmaşası olmuyor. Bunun sebebini anlatmak için çok uzun ve derin sohbet etmek gerekiyor. Bunu iki kelimeyle ya da birkaç cümleyle anlatmak imkânsız. Fakat insan aklıyla algılanan özgürlük veya adalet veya iyilik- kötülük veya sebep netice kanunu kavramları sınırlıdır. İnsanın aklı ne kadar gelişmiş olsa bile yine de sınırlıdır ve bu tür sanki çatışma ve paradoks içeren konuları çözmesi için basitçe, düz mantık ve düz olarak var olan bilgileri kullanarak bu tür mevzulara açıklık getiremez, çözemez ve işte o zaman akıl karışıklığı ya da inanç karışıklığı karmaşası olabilir. Âmâ başka türlü ele alıyorsa böyle bir sorun olmaz.

  • 2000’li yıllardan itibaren müzik piyasasında bir yozlaşma ve bununla birlikte bir durgunluk vuku bulmuş gibi. Özellikle adeta popüler müzik içi boşaltılmış sözler, basit bilindik melodiler yumağı haline getirilerek her şeye hâkim olmuş ve bu durum ne yazık ki genel bir beğeni halini almış. Bu sorunla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Sizce müzik endüstrileşip özünden uzaklaşıyor mu? Sizce bu sorun nasıl aşılabilir?

Öncelikle evrendeki ses konusu ve de ondan türeyen müzik konusu ve kavramı çok önemli, derin ve bizim düşündüğümüzden çok daha önemli bir konudur, hayatı bir konudur. Ben bunun önemini çocukluğumdan beri hissediyorum ve yıllardan beri bu konu, çok derinlemesine farklı yöntemlerle farklı ekoller, farklı araştırmalar yaparak ya da var olan araştırmalarla haşır neşir olarak bu konu üzerinde çalışıyorum.

Popüler müzik denilen müzik türü, insanların kolaylıkla algılayıp hemencecik tüketmeye ve bir sonrakine geçmeye yarayan bir müzik akımı. Şöyle ki eğer bir şey var olmuşsa o zaman başka bir şeyin ihtiyacını karşılıyordur ve bir müddet demek ki insanların buna ihtiyacı varsa var olabilir. İhtiyacı olmadığı zaman zaten kendiliğinden belki de başka bir şeye dönüşür ve bu her şeyde böyle. Müzik olabilir, yemek olabilir, moda olabilir, birtakım fikirler olabilir. Yani hayatımızın birçok dalı ile ilgili bir şey. Yani bir ihtiyaç varsa, bir talep varsa o zaman onu karşılayan da bir şey oluyor. Dolayısıyla burada bir şeyi yargılayıp bu konuda işte bunun değişmesi lazım diye söylemek istemiyorum. Zaten durumun kendisi için uygun olmadığını, yapılan eserlerin uygun olmadığını hisseden insan, zaten onlara yönelmiyor ya da yöneldikten sonra anladıktan sonra da “Ah, tamam buradan da ben aldım, burayı da anladım, buradan geçtim” der ama oradan kendini, özünü kendi arayışını ya da duygularının dışavurumunu karşılayabilecek insanlar hâlâ onu yapar ve bu da çok da yadırganacak bir şey değil. Ben bu konuya böyle bakıyorum.

  • Kendi müziğinizi oluştururken hangi kaynaklardan besleniyorsunuz? Babanızın felsefe profesörü olduğunu ve felsefeyle ilgilendiğinizi biliyoruz. Beslendiğiniz kaynak olarak felsefenin de yeri var mı?

Ben bestelerimi yaparken aslında insan olarak hayatla ilgili yaşadıklarımı, gözlemlerimi, düşündüklerimi, hissettiklerimi, seyrettiklerimi sadece müzik diline tercüme etmiş oluyorum. Bunun nasıl olduğunu ne zaman ve ne şekilde doğduğunu söyleyemem çünkü bu benim dışımda olan bir şey. O bir şekilde olmuş oluyor, kıvılcım oluşmuş oluyor ve daha sonra sadece benim almış olduğum eğitimin sadece müzik eğitiminin değil genel olarak sanat, felsefe, hayatın eğitiminin getirmiş olduğu tecrübeler ve spesifik olarak da müzik bilgisi ve metotları ile onlar müzik eserlerine dönüşmüş oluyor. Müzikal bir fiziki kulakla dinleyebildiğimiz bu fiziki dünyada duyduğumuz birtakım bestelere dönüşüyor. Benim malzemelerin boyalar olsaydı bunlar tablo olarak gelirdi, sözü kullanıyor olsaydım şiirler olarak gelirdi, benim malzemem alışmış olduğum malzemem müzik olduğu için bu kıvılcımın vücut bulması müzik bestesine dönüşmüş olması demek benim örneğim de.

  • Klasik batı müziği belli bir sosyoekonomik tabakaya mı hitap ediyor yoksa bununda ötesinde alt sosyal tabakalara da hitap ediyor mu? Bu bağlamda bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?

Ben müziği, her ne kadar insanlar buna alışmış olsa da kategorize etmeyi sevmiyorum. Dolayısıyla hangi müzik türünün hangi tabakaya hitap ettiğini de yani bu terimleri kullanmayı sevmiyorum; çünkü insanları da farklı farklı tabakalar olarak algılamayı sevmiyorum. Benim için böyle bir şey yok müziğin sınırları olmadığı gibi. Klasik müzik, bir müzik dilidir yani o dil, alışkanlıklarla alışılan bir dil. Yani bu dili ya müzik eğitimini görerek öğrenebiliriz veya dinleyici olarak kendimizi alıştırarak edinebiliriz ve bu dile alışabiliriz.

Yabancı bir dilde bilmediğimiz bir dilde söylenen en güzel kelime bizim için anlamsızdır. Ama biz bu dilde hiç olmazsa birkaç bazı kavramları o seslere duyduğumuz seslere bazı kavramları eşleştirilebiliyorsak o zaman bizim için anlamlı hale geliyor. Bu da sadece kime ne denk geleceğine bağlı olarak… Bazı insanlar bu tarz müzikle bir şekilde karşılaşmış oluyor ve onun iletişim kodlarını yani o dilin alfabesini öğrenmiş oluyor. O zaman müzikle her buluşmasında onlar için mânâ taşıyan ve de duygularına etki eden bir ses silsilesi ile karşılaşıyorlar. Ama alışkanlık yoksa bu olmaz ve bu kesinlikle sosyal anlamda birtakım gruplarla ilgili bir şey değil. Kesinlikle bu bir denk gelme meselesi ve istek meselesi, bir tercih meselesi.

  • Müzikle uğraşan insan kötü biri olamaz, çünkü o gönül adamıdır.” gibi sözleri duyarız.  Sizce de müziğin böyle bir misyonu olabilir mi?

Müzikle bu yeryüzünde uğraşan kaç milyar insan var, bilmiyorum? O istatistik yapıldı mı yapılmadı mı?..  Yani müzisyenler profesyonel, amatör ya da başlangıç seviyesinde ya da ilerlemiş olarak seviye ne olursa olsun müzikle milyonlarca insan en azından uğraşıyor. Milyonlarca profesyonel müzisyen var, farklı ülkelerde farklı müzik türlerinde.

“Müzikle uğraşan insan kötü olamaz” sözü iyi niyetli bir temenni olarak kabul edilebilir benim bakış açımla. Çünkü öncelikle insan figürü var her bir konuda. Yani doktor olan kötü bir insan olamaz da diyebiliriz. Öğretmen olan da kötü bir insan olamaz diyebiliriz. Bir Anne veya baba kötü bir insan olamaz diyebiliriz. Olmuyor mu, hakkı var mı kötü olmaya bu saydıklarım arasında olan insanların? Dolayısıyla bu bir temenni.

Bu konu devam ederken unutmayalım ki herkesin nefs tarafları var ve hangi nefsin bilincinde bulunuyorsa İnsan, işte o, oradan hareket ediyor ve mesleği her ne olursa olsun bu insani nitelikler onun bilincine bağlı. Gayet de farklı farklı, çeşit çeşit nefs mertebelerinde olan müzisyenler var, doktorlar var, öğretmenler var, anne babalar var. Onun için böyle mutlak cümleler bence biraz daha dikkatli ve düşünerek kullanılmalı. Ben en azından öyle yapmaya çalışıyorum. Çünkü her genelleme yanlışlığa yol açabilir ve bizi yanıltabilir ama sorunuzun ikinci kısmına gelince müziğin rolü evet, doğru müziğin o ayrı bir konu aslında ama doğru müziğin insanın ruhunu, duygularını düşüncelerini arındırması gerektiğine inanıyorum. Evet, inşallah bir gün dünyada bütün müzisyenler bu şekilde bu konuyu ele alır ve ona göre dünyanın daha farklı bir hale geleceğine inanıyorum.

  • Türkülerimize ilgi duyduğunuzu biliyoruz. Türkülerimizle ilgi neler düşünüyorsunuz?  Doğduğunuz coğrafyadaki yerel müzikle türkülerimiz arasında bir bağ var mı?

Evet Türküleri çok sevdim. Türküleri ilk defa Türkiye’de dinledim. Ben genel olarak bütün ülkelerin halk müziklerini halktan özünden çıkmış olan doğru, dürüst, samimi duyguların ve düşüncelerin olduğu bütün müzikleri ve şarkıları çok seviyorum. Hayır benim bulunduğum yerin türkülerine şarkılarına benzemiyor zaten benzemesi gerekmiyor sevmem için. Çok özel çok özgün ve tabiki birçok türküde öyle bir bilgelik var ki epey düşündürüyor birçok hayati konuda.

  • Sizce bestelerinizin temelinde daha çok hangi duygular ağır basmakta?

Bestelerimin temelinde çok çeşitli duygular var. Daha çok ya da daha az hangisi olduğunu bilmiyorum. Hangisi yok bunu kesin söyleyebilirim. Kızgınlık yok, nefret yok, alınganlık yok bunlar kesin yok. Başka ben insan olarak çok farklı duyguları yaşayan biriyim haliyle. Dolayısıyla herhalde bestelerde de benim bilmediklerim, nüansları bilmediğim birtakım şeyler var olabilir ama ağırlıklı olarak umuyorum ki sevgi var, aşk var, şefkat var, fırtınalı bestelerim var. Onlar, hayatın içinde gördüklerimi aktarıyor. Tespit ettiklerim fırtınalı olsa bile genellikle duygu olarak onları coşkuya ya da sükunete çeviriyorum.

  • Günümüz gençlerine genel olarak bakıldığında bilgisayar ya da telefon bağımlısı asosyal bir nesille karşı karşıyayız. Müzik ya da sanat sizce günümüz gençlerini bu asosyallikten kurtarmak adına bir amaç sunabilir mi? Günümüz gençlerine bu bağlamda neler önerirsiniz?

Şu anda çocuklar son yıllarda diyebiliriz ki bilgisayarla, cep telefonuyla ve tabletle kucağına doğmuş oluyorlar. Gençlerden önce ben anne babalara tavsiye vermek istiyorum. Bazı gördüğüm şeyler, beni öyle bir hüzünlendiriyor ki… Tabii ki elbette ki karışmam söz konusu değil o gördüğü manzaralara. Fakat en azından soru sorduğunuz için cevaplayabilirim.

Çocukları evlerde televizyon karşısında oturtup reklamları seyrettirip ya da hiç anlamadıkları ama bilinçaltında etkilendikleri haberleri veya sonsuz süren dizileri seyrettirip onlar ekranda bakarken onlara yemek vermek onları televizyon ekranında bırakmak yeter ki işte anne babayı rahatsız etmesin orada oyalansın ya da minicik çocukların eline cep telefonu vermek ve onları oyalamaya çalışmak. Daha bebek yürümeyi bilmiyor cep telefonunu koyuyorlar.

Anne-baba öncelikle bilinçli olmak zorunda. Bu aygıtları verdiğin zaman radyasyonu bir tarafa bırakıyorum bir çocuğun aklını başından beri geliştirmek değil tamamıyla yatıştırmak adına yapılan bir eylem, çok zararlı bir şey. Benim iki çocuğum var ve ben bir anne olarak her iki çocuğuma en az 8 yaşına kadar televizyon açıp ya da bilgisayarın karşısında ya da tablet veya cep telefonu karşısında yemek yemeyi zaman geçirmeyi zaten izin vermedim. Asla bir araya getirmedim yemek yedirme faslını veya aynı zamanda bir şey seyretme faslını. Dolayısıyla gençlerin bu atmosfere maruz bırakıldıkları zaman aslında onların yapacağı bir şey kalmıyor. Onlar zaten bu şartlara dahil edilmiş oluyorlar ve mecbur edilmiş oluyorlar. Halbuki çok bilinçli anne babaları biliyorum. Onlar bebek doğduğu zaman televizyonu evden çıkartıyorlar.  Çocuklara asla büyük bir yaşa gelene kadar ne cep telefonunu ne tablet veriyorlar ve bu doğru. Onun için gençleri sorgulamaktan önce bizim anne-babaları yetiştirmemiz gerekiyor ve bunları anlatmamız gerekiyor. Bunun çok tehlikeli olduğunu anlatmak gerekiyor. Bunu kim yapacak, bilmiyorum. Bunu, bu tehlikeyi ve bu yaratacağı deformasyonu bilen uzmanlar anlatmalı. Kendileri bunu biliyorsa anlatmaları gerekiyor.

Gençlerin ise biraz daha doğaya yakın, doğaya gidemiyorlarsa pencereden gördüğü herhangi bir ağaç varsa o ağaca bakmasını, daha çok hareket etmesini, her fırsatta doğada en azından 15 dakika yürümesini, kendi kendiyle kalmasını, kendi sesini dinlemesini ve mümkün olduğunca erkenden “Ben kimim?” sorusunu sormasını, “Ben niye bu dünyaya geldim, acaba bir şey mi yapacaktım, niye buradayım?” sorularını sormasını öneriyorum. Müzik de bunlar için güzel bir yol arkadaşı olabilir.

(Soru hazırlama sürecinde yardımcı olan Cihan Ersoy, İlkay Ersoy’a, ayrıca Öznur Can ve Güney Can’a sonsuz teşekkürler…)

Bu yolculuğu paylaşarak daha fazla kişinin okumasına yardımcı olabilirsiniz.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu