
Zamanda biraz geriye gidelim hep beraber. Yıl 2014, Türkiye, Yılmaz Güney’in Yol filminden yani tam olarak 32 yıl aradan sonra, Türkiye Sineması’nın 100.Yılı’nda Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi ile Cannes’de Altın Palmiye’yi kazandı. Ödül töreninde Nuri Bilge Ceylan’ın söylediği kelimeler herhalde hepimizi duygulandırmıştır fakat şimdilik ödül törenini bırakalım ve film hakkında konuşmaya başlayalım. Sonra tekrar döneriz.
Kış Uykusu hakkında yazılmış onlarca ve hepsi de birbirinden harika eleştiri yazısı okudum. Ama normal olarak daha fazla etkisinde kaldığım yazılar oldu. Onlardan da esinlenerek kısaca kendi düşüncelerimi paylaşmak istedim sizinle. Umarım sürç-i lisan etmeden ve haddimi aşmadan bu yazıyı tamamlayabilirim.
Türkiye Sineması’nın belki de en yetenekli ve en özel yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu’nda ilk defa sinemasındaki doğallıktan uzaklaşıp teatral bir yaklaşım üzerine kurmuş diyalogları eşi Ebru Ceylan’la beraber. Bu sefer sinemasında bence Dostoyevski’den uzaklaşıp tamamen Çehovyen bir yaklaşım sergilemiş. Zaten senaryoda da kendi söylemiyle Çehov’un Karım ve İyi İnsanlar öyküsünden esinlenmiş. Hatta Karım öyküsünün 10-15 yıldır aklında dolandığını fakat sinemaya uyarlamanın pek kolay görünmediğinden de bahsetmişti bir röportajında. Bunları söylerken filmde alıntılar yapılan Shakespeare’yi, Voltaire’yi ve diğer büyük yazarları unutmamak lazım. Ama ne olursa olsun böylesine zor bir işin altından yine ustalıkla kalkmayı başarmış başarılı yönetmen.
Kış Uykusu Konuya Giriş
Konuya gelirsek eğer, eski bir tiyatrocu olan Aydın (Haluk Bilginer) büyük şehirden Kapadokya’ya babasından kalan butik oteli işletmeye geri dönmüş. Eşi Nihal (Melisa Sözen) ve kız kardeşi Nejla (Demet Akbağ) ile beraber yaşamaktadır. Film bize bu üçlünün kendileriyle ve diğer insanlarla çatışmasını yansıtıyor. Aynı zamanda Türkiye’deki aydın kesime bir bakış olarak da değerlendirilebilir tabii fakat bu kadar basite indirgenebilecek bir film değil.

Aydın, burjuva entelektüeli, yerel bir gazetede köşe yazısı yazan, sürekli insanları yargılayan, bencil, sözde ‘’aydın’’ bir insan. Nejla, ‘’Kötülüğe karşı kayıtsız kalmak’’ gibi çeşitli felsefi bahaneler yaratarak eski, alkolik kocasına geri dönmek isteyen, içten içe Aydın’a nefret besleyen biriyken, Nihal sürekli Aydın yüzünden gençliğini kaybettiğini düşünen ama bir nevi hazıra alıştığı için gidemeyen, bir şeyleri başarmak ve içinde bulunduğu buhrandan çıkmak için çaba göstermeye çalışan genç ve tecrübesiz bir insan.
Filmin ilk yarısında Aydın’ın Nejla’yla olan uzun diyalogları bolca felsefi ve edebi içerik barındırmasına rağmen bizi de içine çekmeyi başarıyor. İkinci yarı ise daha çok Aydın’ın Nihal ile ilişkisi üzerine kesitler izlediğimiz film de insanı oluşturan yapı taşlarına ve insanın bencilliğine geniş bir bakış izliyoruz. Toplumun temel yargılarına da değinen film sınıf çatışmasına dayalı bir atmosfer de yaratıyor. Özellikle filmin en başında küçük İlyas’ın arabaya attığı taş ile irkildiğimizde sınıfsal farkları daha net gözlemleme şansı buluyoruz. Gururu, ahlakı, vicdanı, adaleti, eşitliği ya da eşitsizliği farklı pencerelerden izlerken haklı ve haksız hakkında kesin bir yargıya varmamız oldukça güçleşiyor.

Teatral Diyaloglar
Özellikle Aydın ve Nihal arasındaki diyalogları izlerken kimin haklı ya da kimin haksız olduğu konusunda bir kanıya varmakta çok zorlandım. Zaten bence yönetmen de bizden bunu beklemiyordu ama illa bir şey söylemek gerekirse Aydın’ın, Nihal’e söylediği şu sözler her şeyi özetliyor sanırım: ‘’Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?’’
Oyunculuklar hakkında bir şey söylemem gerekirse benim gözümde hepsi mükemmeldi. Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Melisa Sözen, Tamer Levent, Serhat Kılıç, Nadir Sarıbacak, Nejat İşler ve Ayberk Pekcan… Hepsinin oyunculukları gerçekten birbirinden harikaydı.Okuduğum ve gerçekten çok iyi olduğunu düşündüğüm birkaç sinema eleştirmeni Nejat İşler’in eğreti durduğunu söylese de benim için böyle bir durum yoktu.
Filmde kullanılan tek bir müzik var o da son sahnede çalan Spotify’daki tam adıyla Schubert’in Piano Sonato No.20 in A Major,D959:2.Andantino bestesi. Şahsi görüşüm müziksiz de olabilirdi film ama yine de başka bir müzik kullansa bu kadar oturmazmış sahneye. Seçim yine güzel.
Ödül Töreni
Cannes’e tekrar dönecek olursak Nuri Bilge’nin konuşmasını sizlere aktarmak istiyorum: “Bu benim için çok büyük sürpriz oldu. Beklemiyordum. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Çok güzel bir tesadüf. Festivali ve jüriye teşekkür ediyorum bu ödül için. Bu ödülü Türkiye’nin gençlerine ithaf ediyorum. Geçen sene hayatını kaybeden gençlere ve ölen madencilerimize adıyorum.’’ Tekrar söyleyeceğim ama gerçekten beni çok duygulandırmıştı bu sözler. Ödülü aldıktan sonra yumruğunu havaya kaldırması da 32 yıl önceye, Yılmaz Güney’e bir selamdı bence.
Bolca metaforik öge barındıran film hakkında genel bir şey söylemek gerekirse eğer, beni çok derinden etkileyen, her insanın her karakterde kendinden bir şeyler bulacağı, psikolojik tahlilleri çok güzel yapılmış olağanüstü bir film olduğunu söyleyebilirim. Başka bir film incelemesinde görüşmek üzere.
İngilizce inceleme yazısı için Winter Sleep