
“House of Card” dizisi 2013 yılı Amerikan yapımı bir politik gerilim dizisi… Yönetmenliğini David Fincher üstlenmiş. Başrolde Kevin Spacey yer alıyor. Kahramanımız Francis Underwood ve eşi Claire Underwood. 5 sezon süren 65’e yakın bölümle bir rekoru kırabilecek kadar uzun olan dizi, insanı kesinlikle sıkıp bunaltmıyor, tabii siz politika seven biriyseniz.
Dizinin içeriği ve kurgusu bir hayli karmaşık bir süreçte ilerliyor. Bağlantıları kurabilmek peşi sıra gelen olayları anlamlandırabilmek için epey bir beyin fırtınası yapmanız gerekiyor. Dizi, Beyaz Saray’da kongre denetçisi olan Francis’in karısı ile beraber başkanlığına kadar giden tehlikeli yolu ele alırken liyakatsiz birçok suç unsuru barındıran çıkarcı ilişkiler, arkadan hançerlenen ve harcanan insanlar, göz bile kırpılmadan öldürülen yok edilen önce yaratılmış sonra kullanılmış düşmanlar… gibi birçok insan yüzünü de ortaya çıkarıyor. Francis tam anlamıyla entrika kelimesinin sözlükteki karşılığının ete kemiğe bürünmüş hali.
O, modern dünya insanının çıkarları için özellikle politik çıkarları için elinden gelen ne varsa iyi niyet aramaksızın kullanan tam bir kurt politikacı. Amerika’nın taşrasından gelmiş, fakir bir çocukluk geçirmiş, babasından nefret eden annesine olan bağlılığı ise şüphe götürecek kadar zayıf olan tam anlamı ile bencil bir adam. Yıllar önce geldiği Washington DC’de Claire ile evlenir. Karısı onun aksine sahip olmadığı her şeye sahip. İyi, zengin ve köklü bir aile, her zaman alınmış güzel bir eğitim, Harvard mezunu bakımlı, kültürlü, kibar ve çok güzel bir kadın. Geçmişe döndüğümüz zaman karelerinde Francis’in neden Claire’i eş olarak seçtiğini hemen anlayabiliriz. O kadar uzun vadeli düşünüyor ki 28 yıl önce yaptığı bir evliliğin kendisini diğer basamaklarında ileriye taşıyacağını o zamanlardan görüyor ve planlarını buna göre yapıyor.
Filmde kariyerde ilerleme konusunda çok fazla detay var. Genel hatlarıyla açıklarsak Francis, başkanlığa giden yolda kesinlikle dürüst bir yöntem benimsemiyor. Ne kadar illegal işlem varsa çıkarlarına ulaşmak için yapmaktan kaçınmıyor, bunun içine insan öldürmek de dahil. Hatta işlediği cinayetleri ortaya çıkarabilecek olan gazetecileri hapse attırmak da dahil. Kariyer sürecinde o kadar çok yalan söylüyor ki etrafında ona inanan insanların sayısı sürekli azalıyor ve değişiyor.
Benim dizide özellikle dikkat çekmek istediğim bir kişi var. Francis’in başlangıcından beri yanında olan oldukça sadık tam anlamı ile güvendiği tek adam Doug Stamper. Onun özel kalem müdürü olan Doug hayatını başkana ve onun karısına adamıştır. Hatta o kadar çok adamıştır ki başkanın selameti açısından sevdiği kadını öldürmekten bile geri durmamıştır. Oysa Francis, onu ilk hatasında fırlatıp köşeye atmaktan geri durmaz. Doug Stamper ise sabırla bekleyerek işine geri dönmeye olan inancını asla kaybetmez, sadakatinden taviz vermez. Hatta Demokrat Parti’nin diğer adayı olan Savcı Dunbar’ın 2 milyon dolarlık teklifini bile reddeder. Bu kadar çok ihanetin, birbirini sırtından vurmanın, yalanların, çıkar ilişkilerinin hatta cinayetlerin ve güvensizliğin hat safhada olduğu bu kaygan zeminde başkanın böyle adamlarının olması bir mucize.

Beni etkileyen diğer bir nokta da Claire ve başkanın ilişkisi. 28 yıldır evliler ama kesinlikle alışıldık bir evlilik değil. Francis’in karısının bilgisi dahilinde gazeteci kadınla ilişkisi olur; hatta karısı nasıldı diye sorar! Karısının da bunaldığı zamanlar görüştüğü bazen de işi gereği çıkarları uğruna kullandığı Adam adında fotoğrafçı bir adamla ilişkisi olur. Francis’te bunu bilir ancak ses çıkarmaz. Aslında cinselliğin bağlayıcı olmadığı bir evliliktir onlarınki. Dizide ikisinin ilişkisi bana evlilik ya da aşktan çok, temeli yıllar önce atılmış olan bir iş anlaşmasını andırdı. Tüm bu mantıksal çıkarımlara rağmen aralarındaki ilişki de onları garip bir şekilde birbirine bağlayan ve vazgeçilmez kılan unsurlar da var. Korumaları olan Meechum’la yaşadıkları üçlü ilişki aslında birbirlerine sırlar anlamında ne kadar güvendiklerini de ortaya koyar.
Kevin Spacey’nin eşcinsel eğilimleri bu sahneden sonra başka karelerde de karsımıza çıkar. Benim üzerine kafa yorduğum kısım ise Francis’in bilerek mi demokrat bir aday olarak gösterilmesi. Homofobikler yüzünden cumhuriyetçi bir aday olarak gösterilseydi, kim bilir neler olurdu, ne tepkiler alırdı? Bilemiyorum…
Francis’in tüm stratejileri her fırsatı lehine çevirmeye çalışması empati duygusundan yoksunluğu, etrafındaki insanlara Claire, Doug ve Frank hariç zerrece değer vermemesi. Önce ve her zaman kendi çıkarlarını ustun tutması, kazanmak için her yolu denemesi, insanların hayatını karartıp önüne çıkan herkesi acımasız faydacılığına esir etmesi, bence politikanın çürümüşlüğünün net bir göstergesi.
Dizide “Yok artık, bu kadarını da yapmaz!” dediğimiz her şeyi hiç duygusuzca hemen yapmaktan çekinmeyen bir adam var karşımızda. O kadar hırslı, o kadar tutkulu ki yolunda ufacık bir çakıl taşı olsanız bile sizi ezmek için dozer getirebilir.
Dizinin genel temasında dışarıdan bakıldığında sevilecek bir tarafı pek de görülmeyen bu adam, garip bir şekilde seyircide farklı bir yansıma buluyor. Onun kazanmasını bu kadar hataya yanlışa kibre rağmen onun elde etmesini istiyorsunuz. Çünkü insanın içinde hep kaybeden ezik bir çocuk var. Bu çocuk milyonlarca sebepten sinirli ve hırslı. İntikam almak istiyor. Hak ettiğinin hep daha fazlası olduğunu düşünüyor.

Francis bize bu içimizde bastırdığımız canavar çocuğu gösteriyor. Ezik olmadığımızı sıradan olmadığımızı daha iyiyi hak ettiğimizi. Doğuştan bu hakka sahip değiliz ama bunu sonradan elde edebiliriz. Şükran duygusundan nefret ettiğimizi, kanlı ağızlarımızla parçalamak bize verilmemiş olanı alana dek savaşmak. Tıpkı ormandaki varlığından bihaber olunan başka diyarlardan gelmiş kaplan gibi… “Çekilin, bende varım” diyor Francis bize. “Çekilin, varlığımı ispatlayacağım. Bu dünyadan öylece gitmeyeceğim. Üstünlerin hukukuna boyun eğmeyeceğim. Taşradan geldim evet ama Amerikan başkanı olmadan ölmeyeceğim…” Ölmeyeceksin….