SİNEMAYAZARLARZEYNEP MUTLUAY

MİCHAEL HANEKE’NİN “BEYAZ BANT” FİLMİ ÜZERİNE

Avusturyalı, ünlü yönetmen Michael Haneke’nin en çarpıcı filmlerinden biri olan Beyaz Bant, konusu itibariyle Birinci Dünya Savaşı zamanlarını ele alıyor. Ama filmin detaylarında savaş, derinleştirilen bir konu değil. Alışık olduğumuz aslında alışık olmadığımız da denebilir bir Haneke tarzı görüyoruz. Niçin böyle söylüyorum? Bildiğiniz üzere Haneke, her filminde başka başka teknikler, başka metaforlar kullanıyor. Evet, bu bir Michael Haneke filmi diyemeyiz ilk bakışta. Genel geçer özgürlükten yoksun filmleri. Bu ise onu bence çok daha etkili ve çekici bir yönetmen yapıyor.

Filmlerinin belki de herkesin uzlaşabileceği tek ortak yönü bir yolunu bulup, şiddetle, travmalarla, toplumsal yaşam eleştirisiyle, ölüm kavramıyla insanları rahatsız etmesi… Funny Games’i izleyip de şiddetin insan doğasının nasıl böylesine eklemlenmiş bir parçası olduğunu görüp reddedemeyiz. Ya da Yedinci Kıta’yı izledikten sonra en çılgın kahkaha atanımız bile bu acımasız gerçekle yüzleşip düşünmemiş midir?

Haneke’nin bu rahatsız edici tavrı Beyaz Bant filminde de sürüyor kıyasıya. Mutsuz bir Alman köyünde mutsuz gençler, mutsuz aileler, mutsuz ve katı kuralları olan bir rahip, yaşlarına göre hüzünden çökmüş gözleriyle bir sürü çocuk.

Hikâye, köyde gerçekleşen doktorun atından düşürülmesi ve yaralanması ile başlar. Ardından anlam verilmeyecek şekilde 2 küçük çocuk önce kaybolur, sonra işkence edilmiş şekilde dövülmüş olarak bulunur. Köyün en rasyonel düşüneni öğretmen, olayı araştırmaya ve tüm bunları kimin yaptığını bulmaya çalışır. Ama işi hiç de kolay değildir. Protestanlığın en yoğun, en muhafazakâr şekilde yaşandığı bu köyde insanlar böyle bir günahı yüklenmeye hiç de meyilli değillerdir. Garip olan şiddet gören çocukların da konuşmaması isim vermemesi. Hatta çocuklardan bir tanesi görme yetisini kaybetme noktasına gelir ama yine de isim vermez.

Haneke’nin filmlerindeki karakterler, birbirlerine benzemese de her filmindeki karakterler en basit oyunculuklar bile özgündür. Bu filmde de benim üzerinde durmak istediğim birkaç karakter var. Birincisi doktor. Köyün belki de en çok bileni. Karısı yıllar önce ölmüş, iki çocuğuna ve kendisine Eva isimli bir ebe bakıyor. Eva ile ilişkisi var. Ama filmde bir sahne var ki… Eva’yı aşağıladığı artık ona dokunmak istemediği, keyif almadığı, kadının fiziksel özelliklerini yerden yere vurduğu, kadınlık gururunu ayaklar altına alıp ezdiği, onu hiçleştirdiği bir sahne. Kendi gücünün eksikliğinin müsebbibi olarak Eva’yı gören bu doktor, çoğu erkeğin rahatlamak için kullandığı bir yolu uyguluyor: Kendi erkeksi eksikliğini kadının yetersiz, çirkin, bakımsız, aptal, kirli, pasaklı olduğunu iddia ederek gizlemek. Tanıdık geliyor değil mi bu cümleler? Atından düştükten sonra yeteneklerinin ve fiziksel gücünün büyük bir kısmını kaybeden bu doktor, erkeksi gururu yüzünden bunu kabullenemeyip zavallı Eva’yı derinden sarsıyor. Her toplumdaki kadınlarda var olan bir problem: “Varsa suçlu benimdir yanılgısı ve öğretilmişliği”. Bu da Eva’yı ele geçiriyor. Protestan geleneğin olduğu bir yaşam alanında neye isyan edebilir ki zaten? Bu arada Eva karakteri Haneke’nin filmlerinde kullandığı nadir metaforlardan.

Gelelim diğer karakter, rahibin büyük kızına. Muhtemelen filmin sonunda bile açıklanmasa da bu garip şiddet olaylarıyla bağı olan kız. 13- 14 yaşlarında ergenliğinin kendine vereceği her haktan yararlanmak isteyen ama babası tarafından çok katı ve sert kurallara tabi olan bir kız çocuğu. Öyle ki izinsiz elma yemesi bile sorun olabiliyor, cezalandırılıyor. Bu katı Protestan ahlaki öğretisine feci bir başkaldırı sahnesi: “Kızın babasından dayak yedikten sonra bir kuşu öldürüp haç şeklinde gerip babasının masasına koyması.”

Film, insanı o dönemlerde yaşamanın ne kadar dayanılmaz olabileceği gerçeğiyle baş başa bırakıyor. Kadın ve erkek arasındaki çok keskin ve net ayrımlar, adaletsizlik, kadın kimliğinin sürekli aşağılanması, erkeklerin sert, ciddi, şiddete meyilli olması, onlardan doğan çocuklarında suça meyilli olmasını getiriyor belki de. Yiyecek az yemek olması, çok çalışmak, bir tabak yemek için saatlerce çalışmak ve bunu da kaybedebilirim düşüncesiyle hiçbir karara itiraz edememek…

Esasında Avrupa’da feodalitenin hiç de öyle 1789’la beraber göçüp gitmediğini gösteriyor bize. Aydınlanmanın o büyük filozofları Almanya’nın küçük bir köyünde katı bir Protestan rahibin hükmetmesi kendi öz çocuklarından bile sevgiyi esirgemesi, bilimin sadece bir öğretmen tarafından o da yarım yamalak ve korkarak öğretilmesi için kocaman düşünceler üretmiş olamazlardı. Belki onlarsa sadece hep aydınlık tarafını gördüler Avrupa’nın bize gösterildiği gibi. Ama Thomas Hobbes haklıdır belki. “İnsan insanın kurdu mudur?” Belki Haneke için gerçekten öyle…

Zeynep Mutluay

Dünya şarkılara sığacak kadar küçük, anlam aranmayacak kadar kısa belki de…

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu