
Herkesin yaşamını istediği gibi yaşama hakkı, yaşama özgürlüğü vardır. Kimileri yıllarca çalışıp maddi yatırımlar peşinde koşup durur; evler, arabalar, arsalar vs. bir yığın şeye sahip olmaya çalışır. Bunları yargılamıyorum asla, ama benim için önemli olan insanın kendi karakterine, benliğine yatırım yapmasıdır. Kitaplar, filmler ve mekanlar benim için her şeyden daha önemlidir. Hayatım boyunca da birçok yeri gezip durdum, bu yolculuklar sırasında da çok şey gördüm ve de öğrendim. Bu gezi günlüğünde de size Prag ve Viyana yolculuklarımdan bahsedeceğim.
Gezip gördüğüm yerler arasında beni en çok etkileyen Prag ve Viyana arasındaki Chezky Khudow adında, UNESCO dünya miras listesindeki orta çağ köyüydü. Kocaman bir kale, küçük bir dere, şirin çatılı bakımlı köy evleri, geleneksel kıyafetleriyle dolaşan genç kız ve erkekler. Buradan küçük hediyelik eşyalardan satın alabilir, çeşitli içeceklerden alıp dere kenarındaki banklara oturabilir, 500 yıldır bir çivisi bile değişmemiş bu köye bakıp karşıdaki Çoban Peter’ı hayal edebilirsiniz. Kaleden bakıldığında görülen eşsiz manzara, ağustos ayında bile sıcaklığın en fazla 17 derece oluşu, yeşilin en güzel tonu… ne ihtişamlıydı.
Avrupa insanının genel olarak sakin ve durgun mizaçlarının olması kendi ülkemle karşılaştırdığımda içimi burktu adeta. Kimse kimseyi otobüste, metroda, alışverişte gürültüsüyle ya da kahkahasıyla rahatsız etmiyor. Varlığınız diğerlerine karışıp eriyor. Ne giyerseniz giyin, ister çok absürt bir saç rengi ya da tüm vücudunuz dövmeli ya da peçeli olun; dönüp kimse bakmıyor bile. Bu benim ülkemde her daim rahatsız olduğum bir durumdu, paylaşmak istedim.
Prag tarihini öylesine korumuş bir kent ki sanki 1300’lerde yaşıyorsunuz hissi uyandırıyor sizde. Kesinlikle görülmesi gereken Gotik mimariler, Maria Theresse Kilisesi, Astronomik Saat Kulesi ve benim favorim St. Vicus Katedrali. Bu katedral gotik dönemin devasa eserlerinden. Rock, black metalı ya da hıristyan spirutalizmine ilgi duyanlar bayılacak.
Çek Cumhuriyeti ve Viyana arasındaki mesafe yaklaşık olarak 4 saat sürüyor. Öyle güzel bir yolculuktu ki hala duyumsuyor gibiyim. Puslu dağlar, yemyeşil sımsıkı bir orman örtüsü, küçük şirin köy evlerinden oluşan kasabalar. Çocukluğumdaki Heidi’yi ne çok anımsadım buraları dolaşırken. Ben hep o olduğumu hayal eder ve bundan muazzam bir zevk duyardım. Bu yolculuk boyunca bu hayalimi gerçekleştirdim. Heidi oldum.
Gelelim Viyana’ya. Avrupa’nın en pahalı şehri. Çünkü yerli Viyanalılar hakikaten çok zengin. Gündelik hayatlarında bile papyon takan insanlar ne kadar da çok. Her zaman merak ettiğim şinitzeli ana vatanında yemiş oldum. Cidden çok lezizdi. Sonra bir sarayın bahçesine panayır gibi bir yer yapmışlar. İş çıkışı insanlar gelip oldukça fazla bira ve diğer içkilerden tüketebilir ve canlı rock konserlerine eşlik edebilirler bu mekanda. Genelde domuz etinden atıştırmalık şeyler yiyorlar buradaki insanlar buraya gelince.
Viyana’da en çok beğendiğim etkinlik opera ve baleydi. Gerçekten enfesti. Gelen kitle öyle alışık görünüyor ki bu sanat dalına, 70 – 80 yaşında insanlar takım elbiselerini giymiş öyle gelmişler, şaşırdım doğrusunu söylemek gerekirse buna. Operayı ilk kez canlı dinledim. Sanki okuduğum bütün romanlar, klasikler gözümde canlandı. Balenin hiç bu kadar keyifli olacağını tahmin etmemiştim. Bir insanın ölmeden önce bir kez dahi olsa izlemesi gereken iki şeydir bale ve opera sevgili dostlar!