
Kapının eşiğinden geçen dört yorgun adım… Loş, sıcak ve samimi bir ortam… İşte her şeyin yaşandığı ve yaşanacağı meyhanedeyiz! Bu atılan adımlar; aşka inananlara, aşka inanmayanlara, âşık olmaktan korkanlara, aşktan köşe bucak kaçıp saklananlara, yananlara, yalanlara, acılara, umuda, haykırışlara, arayışlara, ayrılışlara, kayboluşlara, kavuşmalara, buluşmalara, yarınlara, akşamlara, sabahlara, şiirlere, şarkılara ve her şeyden önemlisi, hayata karşı dimdik ve onuruyla duranlara, hayatı yaşayanlara! Kaldırılacak kadehlere doğru ilerliyor.
İşte şimdi bir kitap gibi açık olan masadayız. Birkaç dakika içinde gelip masanın baş köşesine konuyor rakı. Saygıyla bakıyoruz. ”Hoş geldin, ne iyi ettin de geldin” der gibi minnetle ve utançla bakıyoruz. Sonra dayanamıyor rakı: ‘’Hadi, ne duruyorsun? Hadi, ne bekliyorsun, neyi bekliyorsun?’’ der gibi bakıyor. Dudaklarla buluşma arzusuyla sımsıcak içi ısıtan tadıyla orada bekliyor. Ve sonunda gelip çatıyor dudakların kadehlerle buluşması. Önce havaya kalkıyor kadehler sonra bir sevgiliyi usulca, ürkütmeden dudaklarından öper gibi kadehlerle buluşuyor dudaklar. Rakı, sohbet demek ve sohbet anında ‘’Artık bana gelsin konu ‘’ der gibi bekliyor masanın başında aşk! Ve sonunda, konuşulacak en güzel konuya geliyoruz. Şimdiki durağımız aşk!
Masada oturan bir adamın gözlerinde tedirginlik. Geçmişinden gelen o acı ve kuşkulu bakışlar. ‘’Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini’’ der gibi bakan bakışlar. İlk başta o bakışlarla denk gelenler ürkse de, aşk cesaret işidir deyip korkusuzca bakışların arasında aşkı savunmaya geçiyordu aşka inananlar. Ama adam hâlen inanmıyor, inanmak istemiyor çünkü cesareti yoktu yeniden düşebilmeye. Çünkü korkuyordu yeniden ve belki de daha ağır bir şekilde aynı şeyleri yaşamaktan, yaralanmaktan, aldanmaktan, bırakılmaktan… Ama adam biliyordu her şeyin bir sonu vardı. Aşkın da bir sonu vardı elbet ama bu sondan korktuğu için arkasına dahi bakmadan, durup dinlenmeden, nefes nefese koşuyordu. ‘’Hicran yine mi hicran bu aşkın sonu söyle’’ der gibi haykırıyordu gözleri. ‘’Öleceğini bile bile yaşıyordu’’ ama sonu olan aşka yeltenmiyordu. Kanadı kırılmış bir kuş bile yeniden göğe kavuşmak için uçmaya cesaret edebiliyordu ama onun kırılan kalbi aşka cesaret edemiyordu.
Kadehler bitiyor yeniden doluyordu. Şarkılar bitiyor ve yeniden başlıyordu. Zaman her zamanki gibi durmadan, umursamadan hızla akıp gidiyordu. Bir ses yankılanıyordu ‘’Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık’’ diyordu. İnsan ömrünün neresindeydi bilemiyordu ve aşka düşmesi gerekiyordu. Aşk yoksa yaşam yoktu. Bir aşkın yüzüne yaratılmamış mıydı yeryüzü? O zaman sayın okur, bu meyhane yaşananlara bakar, dersler alarak, sevmeye var mısın? Kalbinin kapılarını aşka açmaya, kadehlerini aşka kaldırmaya ve en önemlisi o kadehini aşık olduğun insanla havada tokuşturmaya? Öyleyse hadi, sevelim. Hem kulak ver sese; ‘’Sevmekten kim usanır tadına doyum olmaz…’’ diyor. Ağaçları, kuşları, hayvanları, şiirleri, şarkıları, meyhaneyi, rakıyı, şarabı, tütünü, ondan başkasını sevemem artık deyip aslında daha çok sevebileceğini anlayan arkadaşını ve en çok aşkı sevelim…