
Taylan Onur
Satranç nedir? Spor mu? Sanat mı? Bilim mi? Aynı anda hepsi mi? Robert James Fischer’ın dediği gibi hayatın ta kendisi midir? Yoksa tüm bunların dışında sadece bir oyun mu?
Neden satranç oynadığımızı anlamak için önce oyunun kültürel kökenlerini araştırmamız gerekiyor. Ve bunun için başlangıçta uğrayacağımız ilk kaynak Huizinga’nın yazdığı Homo Ludens (oyuncu insan/oyun oynayan insan) kitabıdır. Huizinga, oyunun evrimini ve toplumsal konumlanışını araştırırken, oyuna ile ilgili gereken tanım eksikliklerini gidermiştir. Fakat Huizinga’nın eserinde oyunlar sınıflandırılmamıştır. Oyun kavramının arkhe’sinde bulunan oyun oynamanın işlevi üzerinde durmuştur. Bütün oyunlar tek bir merkezden çalışan bir aygıtmış gibi oyunların yöresel veya modern biçimlerinin öznelliklerinden kaçınmıştır. Joseph Campbell’ ın ‘Bin Yüzlü Kahraman’ını gibidir Huizinga’nın oyun oynayan insanı. Tek ortak mitten, ortak bir bilinçten kıtalara yayılan araç.

Yine de burada gözden kaçırılan, oyunların kendi içinde öznel kabiliyetlere sahip olmasıdır. Bunun başlıca sebeplerinden birisi belki birçok masa oyununda taşların eşit değerde olmasıdır. Kazanmak ya da kaybetmek bir yana dursun, doğrudan hayatı etkileme konusunda güçsüzdür. Hayatı doğrudan etkilemediği halde ve hayatımı doğrudan değiştirmediği halde bize masa oyunlarında haz veren temel edim ne olabilir. Zekâ mı? Masa oyunlarının bir bölümü şans ve rastlantı merkezlidir. Bu sebeple buradan zekâyı kolayca elemek mümkün olur. Boş vaktin icadını hep merak etmişimdir. Ama en çok neden oynadığımızı. Huizinga’nın oyun tanımına bir bakalım; “ Form açısından, demek oluyor ki oyunu, özetle, uyduru olarak hissedilmiş ve gündelik hayatın dışında konumlanmış, bununla birlikte oyuncuyu bütünüyle kendinde yoğunlaştıracak yetide, özgür bir edim olarak tanımlamak mümkündür, her türlü maddesel çıkardan ve her türlü yararlılıktan kurtulmuş bir edim; özellikle çevrimlenmiş bir zamanda ve bir mekan içinde yerine getirilen, belirlenmiş kurallar uyarınca düzen içinde cereyan eden ve insan ilişkilerinde kendilerini bile isteye gizemlerle çevreleyerek ya da kılık değiştirerek alışılmış dünya karşısındaki tuhaflıklarını vurgulayan gruplar yaratan bir edim.” Diyor, Naziler tarafından esir edilen bu filozof.
Roger Caillois bu tanım hakkında “ Hem çok geniş, hem de bir o kadar dar.” Yorumunu yapmıştır. Bu yoruma katılmakla beraber, yapısalcı bir çabadan başka ne beklenebilirdi diye düşünüyorum. Öyle görünüyor ki tüm oyunların psiko-dinamik aktivitesi kendi koyduğu kurallar neticesinde değişim göstermektedir. Bu sebeple en özelinde satrancı incelemekle yetinmek durumundayım.
Satranç birçok açıdan bir savaş provasıdır. Belki barışı sağlaması planlanmış bu oyun, savaş denen topluluklar şiddetinde taktik ve strateji açısından başvuru noktası olmayı başarmıştır. Taşların her biri başka kuvvette olmasından kaynaklı hiyerarşik bir başlangıç dizilime sahiptir. Ve oyun boyunca bu dizilim devam eder. Özellikle analitik olarak piyonlar dahi aynı değerde değildir satranca göre. Çünkü bir piyonun nerede durduğu onun kuvvetini değiştirir. Hatta bu başlangıç konumunda dahi böyledir. ‘e’ hattındaki bir piyon ile ‘h’ hattındaki bir piyon aynı değerde değildir. Apaçık bir şekilde bu taşları doğru bir kombinasyon ile hareket ettirmek gerekmektedir. Bu da hesap yapma, analiz etmeyi kaçınılmaz kılar. Saniyeler içinde buna karar vermek zordur. Bu sebeple oyun süresi uzar. Zaman içinde oyunun süresini kısaltmak adına bazı taşların kuvvetleri değiştirilmiştir. Özellikle bizlerin vezir dediği kraliçe taşının. Avrupa’da kraliçeler döneminde bu taşa çok fazla kuvvet yüklenmiştir. Bunun dışında rok hamlesi, bir şah hamlesi olarak üç seferde yapılırken daha sonra bir savunma hamlesi olarak tek hamleye indirilmiştir. Buna bağlı olarak günümüzde hala FIDE (Fédération Internationale des Échecs / Dünya Satranç Federasyonu tüm ülkelerin satranç federasyonlarını birbirine bağlayan ve uluslararası satranç turnuvalarının kurallarını belirleyen uluslararası organizasyondur. FIDE, 24 Temmuz 1924’te Paris’te kurulmuştur), oyun temposu ve buna bağlı olarak bir kaç senede bir kurallarda değişiklik yapmaktadır. Bu değişiklikler temel oyun kuralları üzerinde yapılmaz. Sıklıkla yarışma kuralları üzerinde yapılır.
Birçok devletin ve ulusun yükselişinde doğrudan etkisi olan tek oyundur. İslamiyetin altın çağında dünyanın en iyi satranç ustaları Araplar, Farslar ve Türkler arasından çıkıyordu. Fakat dini tahakküm giderek satrancın önüne geçti ve Müslüman devletler giderek bilimden de uzaklaştı. Hıristiyan Avrupa’nın başına daha azı gelmedi. Kilise, sıklıkla satrancın aylaklığa sevk ettiği bahanesiyle yasakladı. Yine de bir şekilde satranç Avrupa’ya tutunmayı başardı. Benjamin Franklin’in satranca olan özel ilgisinden dolayı Amerika kıtasında da giderek yaygınlaştı. Slavlar arasında ise neredeyse milli spor kategorisinde değerlendirildi. Sovyet devrimi ise modern satranç için çok önemli bir gelişme yarattı. Satrancın artık bir vatanı olmuştu. Romantik dönem diyebileceğimiz 1800ler satrancının yerini, sezgisel oyunlardan, daha analitik ve daha az risk alınan oyunlara bıraktı. Ve eski dünyanın fedalar yapan büyük ustaları yerini daha az hata yapan ustalara bıraktı. Apaçık bir şekilde ortadadır ki satranç bir medeniyeti geliştiren en önemli katalizör olmuştur.
Bir oyun nasıl olurda büyük bir savaş sonrası kazanılmış zafer kadar etkili olabilir? 31 ağustos 1972 tarihine İzlanda’nın başkenti Reykjavik’e gidelim. Dünya satranç şampiyonası finaline. Boris Spassky unvanını korumak için Robert James Fischer adında bir oyuncuya karşı. ABD, SSCB’ye karşı. Kapitalizm, sosyalizme karşı. Richard Nixon, Aleksey Kosıgin’e karşı. Serbest ekonomi, planlı ekonomiye karşı. Ücretli köleler, özgür insanlara karşı. Emperyalizm, Enternasyonele karşı. CIA, KGB’ye karşı. Batı, doğuya karşı. Rambolar, kızıl orduya karşı. Yeşil dolar, orakçekice karşı… Gerilimi hayal edebilmek adına biraz abartmış olduğumu düşünebilirsiniz. Fakat bu yazdıklarım özet bile değil bu konu için. Dünya satranç şampiyonluğu 48 senedir SSCB’deydi. Artık neredeyse kendi aralarında şampiyon seçmeye başlamışlardı. Richard Robert, Asrın Satranç Maçı kitabından, Aralık 1972 Türkçe ilk baskından aktarıyorum. “Asrın satranç savaşı basit bir olay değil, bir yanardağ patlamasıydı. Tüm dünya kamuoyunun dikkatini çeken bu patlamaya eşlik eden alevler, yalnızca satranç şampiyon ve ustalarının başarılarını değil, çok ama pek çok uzakta, satrançla ancak boş zamanlarda oynayan herhangi bir oyun olarak ilgilenen ya da hiç ilgilenmeyen, satranç ustalarının adlarını hiç duymamış ya da duyduğu halde hiç önem vermemiş insanlardan oluşan çoğunluğun ilgisini uyandırabildi.”

Beyaz renklerle oynayan Spassky, maçın 21. Oyununda 41. Hamlesinde ajurne talep eder. (Ajurne: Turnuvada belirli bir zaman zarfında tamamlanamayıp başka bir güne bırakılan parti.) Artık 31 Ağustos 1972 günüdür. Ajurne edilmiş oyunun zarfı açılıp, beyazların bir gün önce belirlediği hamleyi hakem oynatacak ve sıra siyahlarda olan Fischer’a geçecek. Hakemin telefonu çalar. Spassky terk ettiğini ilan eder ve Fischer 11. Dünya Satranç Şampiyonu olur. 12,5 – 8,5 skor ile.
Trajik olan olaylardan birisi Fischer’ın annesinin komünist olmasıdır. İkincisi ise, Fischer’ın şampiyon olur olmaz vatandaşlıktan çıkarılması olur. Spassky’nin başına bunlar gelmez tabi. Yine de tüm dünyada Sovyet yıkıldı başlıkları atılır. Sonra Sovyetler yıkılır. Satranç Rusya’da kalır. Sosyalistler arasında önemini hiç kaybetmez. Anarşistler oyunun hiyerarşik yapısı sebebiyle pek ilgi göstermezler. Satranç belki tarihinde hiç bu kadar popüler olmayacaktır. Trevanian, Şhibumi’sinde tüccar oyunu olarak aşağılasa bile…
Satranç nedir? Bir oyun mu? İktidar ile kurulan bir tür empati mi? Yönetimin experimental workshop’u mu? Emanuel Lasker şöyle diyor; “hile ve ikiyüzlülük satranç tahtasında uzun ömürlü olamaz. Yaratıcı hamleler, hilenin cüretkârlığını açığa çıkartır. Matla son bulan acımasız gerçek, ikiyüzlülüğü olumsuzlar.”
Satrançta şansa yer yoktur. Olan her şey olduğu gibi ortadadır. Kazanmak için doğru hesap yapmak, konumu analiz etmek ve birçok kombinezonu gözden geçirmeniz gerekmektedir. Zekânın zekâ ile bileylenmesinden başka ne olabilir ki satranç?
“Oyun ciddiyet alanının dışında belirlenen bir alan olmakla beraber kendi kuralları içinde son derece ciddidir.” Huizinga. Bir şekilde ciddiyet mekânlarının oyun aracılığı ile yer değiştirmesi gerçeği manipüle eder. Ve öyle ki kurgulardan ziyade oyunlar, şimdiki anın gerçeküstü dışavurumu olmak zorunda kalır. Çünkü kurgunun bir kuralı yoktur. Yani şimdiki zamanda yoktur. Geçmişte belki kurallıydı. Kurgu kendi evreninde gerçekleşmiş olandır. Kapalı bir evren yapısı vardır. Oyun ise gerçekleşmekte olana, kurallara uyan herkesin dâhil olabileceği bir çeşit açık evren yapısı sunar. Ve bu bilinebilir belirsizliğin, haz ve eksiklik ilkelerinin grift (aporte) yapısı bizi bir yandan aynanın öznesi yaparken, diğer bir yandan oyun organizmasının kurgusunda nesne durumuna sokar. Bu bir karadeliğin olay ufkunda duran bir nesneyi gözlemlemeye benziyor. Biz durduğunu görüyoruz. Ama o nesnenin başına gelenlerin bambaşka bir başka olay olduğunu düşünüyor bilim insanları. Daha kolay bir örnek ile bahsetmek gerekirse eğer. Satranç oynayan iki oyuncuyu düşünün, ikisi de bu oyunun öznesi kendilerine göre. Çünkü orada oturmakta ve kalkmakta özgürler, yapacakları hamlelerin kararı onların. Ama onlar oynadıkça oyun denen organizmanın organsız tümevarımının bir gerekliliği olarak özneliğini yitiriyorlar ve bir nesne olmanın asla uzağında değiller eylemin. Oyuncular kurgu nesnesi olarak oyundadırlar, oyunun kurallarını daha önce kabul etmiş olmalarından kaynaklı. Tek parça olan tek özne oyunun kendisi olur.
İki yetişkin insan hayal edelim. Sabah tıraşlarını oluyorlar, takım elbiselerini ütüleyip, ayakkabılarını boyuyorlar, kravatını bağlayıp takıyorlar, saçlarını taradıktan sonra evden çıkıyorlar ve bir kumsalda buluşuyorlar. Karşı karşıya gelir gelmez kumdan kaleler yapmaya başlıyorlar. Büyük bir ciddiyet ve titizlikle, konuşmuyorlar kendi aralarında ama ne yapacaklarını biliyorlar, göz göze gelmemeye gayret ediyorlar, arkalarında denize dahi bakmıyorlar dikkatleri dağılmasın diye, ceketlerini dahi çıkarmıyorlar, saçları bozulduğunda tekrar düzeltip kumdan kaleyi inşa etmeye devam ediyorlar, bitince dönüyorlar. Kulağa delice geliyor öyle değil mi? Ertesi gün yine aynı ciddiyette ve özende hazırlanıp tekrar sahile geliyorlar. Bu sefer kumdan bir at yapmaya başlıyorlar. Belki de satranç budur. Bir delilik formasyonu olarak bilincin en yüksek idman alanı. Asırlar boyunca uygarlaşmanın evrimleştirdiği şiddet eyleminin entelektüel olarak dışavurumu. Zweig “sonsuz eski” diyor satranca, sürekli eskiyen yeni ve diyalektik bir yasa olarak hamlenin zorunluluğu. Bana satranç nedir diye sorarsanız bilmem ama sormazsanız bilirim. Bir bilmecenin merakından oluştu bu yazı.
62
Borges’in iki kahramanı söyleşirler: “Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”. Bir an düşündükten sonra cevap verdim: “satranç sözcüğü” – her metnin bir dolambaç yasası, her dolambacın gizlenen bir merkezi olur: Burada hangi sözcük kullanılmamıştır?
ya/zar
63+1 para-graf(fiti)
Enis Batur
Sonra bir bakıyoruz ki yangını çıkaran, söndürmeye gelen ve yangını seyretmeye gidenlerin, adına hayat denen nevrozdan eşit olmayan şekilde payını aldığıdır. Piromania.
- Neler oluyor burada!
- Satranç oynuyorlar.
Kaynakça - Homo Ludens, Huizinga, Alfa Yayınları
- Sanat Dünyamız, Oyun Kültürü Sayısı, Yapı Kredi Yayınları
- Stefan Zweig, Satranç, İş Bankası Kültür Yayınları
- Gaston Bachelard, Ateşin Tin Çözümlemesi, Öteki Yayınevi
- Richard Roberts, Asrın Satranç Maçı, Bilgi Yayınevi
- Fischer, Kazanan Satranç, Gün Yayıncılık
- Michel Foucault, Özne Ve İktidar, Ayrıntı Yayınları
- Michel Foucault, İktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları
- Barış Özer, Satranç Atlası, Klaros Yayınları
- https://www.fide.com/